Ekim 1994’te, dünya çapında önde gelen sürdürülebilir tarım metotlarıyla ilgili bir kitap üzerinde çalışmak için, bir ekiple birlikte Japonya’ya gittim. Ekip üyeleri arasında proje direktörü Howard Shapiro, yazar Catherine Yronwode, fotoğrafçı olarak ben, yayımcı Anthony Rodale ve hem tur rehberimiz hem çevirmenimiz olan Tokyo’lu şair Naomi Otsuba vardı.
Osaka’ya vardığımızda havada fırtına öncesi bir huzursuzluk vardı. Ertesi sabah, yoğun bulutların altında, İç Deniz’in üzerinden uçtuk ve Şikoku adasındaki İyo şehrine vardık. Göz alıcı tabelaların pahalı ürünlerin reklamını yaptığı kalabalık semtler arasında tramvay ve tren ile yolculuk yaptık. Bu ürünlerin arasında en şaşırtıcı olanı, kilosu 170$ olan Kobe bifteğiydi. Kasabanın yan yana uzanan değerli arazilerine sebzeler, çeltik ve çiçekler ekiliydi. Banliyö bölgelerinde, ray hattına komşu bahçeler ise daha büyüktü, meyve ve diğer tohumlarda çeşit daha boldu.
Sahil kenarına öğleden sonra ulaştık ve eski bir otele girişimizi yaptık. Kısa bir süre dinlenip çaylarımızı içtikten sonra saygıdeğer Masanobu Fukuoka ile buluşmak için hazırlandık. Kendisi 1913 yılında doğmuştu, 1400 yıldan uzun süredir bölgede tarım yapan bir aileden geliyordu. Mikrobiyoloji eğitimi almış, şimdi ise ruhani yolu sade çiftçilik olan bir Mahayana Budisti’ydi. Doğal Tarım sanatının babası, usta öğretmeniydi Sensei Fukuoka.
Bir taksi tutarak kasabanın bitip çeltik tarlalarının ve tepedeki meyve bahçelerinin başladığı yerdeki evine gittik. Bayan Fukuoka bizi kapıda karşıladı ve nazikçe içeri davet etti. Kısa bir süre sonra Bay Fukuoka, yılların eğdiği katılaşmış bacaklarının üzerinde aksayarak içeri girdi. Sırım gibi ve dikkatliydi; bol, mavi bir çiftçi pantolonu ve gömlek giymişti. Basit kıyafetleri, birer tutam saçı ve sakalıyla; gün ortasında gökyüzünde gezen beyaz bulutları anımsattı bana. Bay Fukuoka her birimize baktı, sonra Naomi aracılığıyla sordu, “Neden buradasınız?”
Howard, “Küresel sürdürülebilir tarımla ilgili bir kitap üzerinde çalışıyoruz, Doğal Tarım hakkında birkaç soruya cevap bulmak için geldik,” diye cevap verdi.
“Sorular mı, nasıl sorular?” diye sordu Bay Fukuoka.
Hepimiz eğildik ve sade döşenmiş odanın ortasındaki chabudai’nin (Japon geleneğine özgü bir tür alçak masa) etrafına yerleştik. Shoji kağıdından kapılar dışarıdan kapandı, odada tuhaf bir sessizlik hakimdi.
Howard kendisine kitap için yapılacak söyleşilerde sorulmak üzere hazırlanmış standart soruların bulunduğu bir liste gösterdi. Bunlar genellikle incelenme kolaylığı için tasarım, toprak, malç, toprağı sürmek, gübreler, zararlılar ve yabani otlar gibi başlıklarla gruplandırılmış bahçecilik ve çiftçilik metotlarından oluşan teknik detaylardı.
Bay Fukuoka soruları aldı, baştan sona inceledi ve kaşlarını çattı. “Hayır, teşekkür ederim!” dedi sertçe. “Doğal tarımın ne olduğuna dair herhangi bir fikriniz var mı?”
“Evet var,” dedi Howard, “ama bunları doğrudan sizden duymak, bilgi ve tecrübelerinizi tüm dünya ile paylaşmak istiyoruz.”
“Hayır,” diye kabaca yanıtladı Bay Fukuoka, “gerçekten anladığınızı düşünmüyorum. Dilerseniz kitaplarımı alın, gece çalışın ve Doğal Tarım hakkında bir şeyler öğrenmeyi hala istiyor olursanız yarın sabah tekrar gelin.”
Her şeyin haftalar öncesinden ayarlandığını ve Bay Fukuoka’nın sorularımızı yanıtlayacağını sandığımızdan afallamıştık. Bunun o gün gerçekleşmeyeceği barizdi. Kasabaya döndük, çarşıda vakit geçirdikten sonra, şaşkınlık içerisinde otelimize döndük. Bay Fukuoka bizi okunacak bir sürü şey ile göndermişti; Doğal Tarımın Yolu, Doğaya Dönüş ve Ekin Sapı Devrimi dahil.
Akşamı okuyarak geçirdim, onun bu bütünsel felsefesinin doğanın ona yirmi beş yaşındayken bahşettiği derin bir seziden doğduğunu öğrendim. Kaygı ve bunalımların derinliklerindeyken, bir balıkçılın çığlıkları sayesinde doğanın mükemmelliğine gözlerini açtığını anlatıyordu. Sonrasında, doğanın doğum ve yok oluş döngülerini taklit ederek mevsimler boyunca nasıl tarım yaptığından söz ediyordu. Hepsinden ilginci, bitkilerin zorlu koşullarda dahi büyümesini sağlayacak tohum topu fikriydi. Daha fazla öğrenci yetiştirememiş olduğundan yakınıyor, dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu sırada basit tarım yöntemlerinin bastırılmasından ve unutulup gitmesinden duyduğu endişeleri dile getiriyordu.
Sabahki sıcak ve ağır hava yaklaşan fırtınayı haber ederken, Bay Fukuoka ile görüşmek için hızla yola koyulduk. Bu kez konuşmaya daha istekli gibiydi ve sordu, “Kitapları okudunuz mu?”
Onayladık, elimizden geldiğince okumuştuk.
“Anladınız mı?” diye sordu.
“Evet,” dedi Howard, “ama emin olmak için soru listesinin tekrar üzerinden geçmek istiyoruz.”
Bay Fukuoka başını salladı ve “Doğal tarımı öğrenmeye hala niyetliyseniz, kızım ve yardımcıları ile birlikte mandalina bahçelerine gidin, öğleden sonra geri gelirsiniz.” dedi.
Naomi, Cat ve Anthony; Bay Fukuoka’nın kızı ile birlikte sessizce yola koyuldular. Howard ve ben ise akıcı İngilizce konuşabilen genç bir adamla birlikte malzeme kamyonetine sığıştık. Sarp bir yokuşta hızlandıktan sonra, mandalina ağaçlarından oluşan sık ormanın içinden geçtik. Kısa sürede tepenin zirvesine ulaştık ve üzerinde ağırlığınca yeşil meyve bulunan ağaçlarla çevrili bir sis bulutunun ortasında durduk.
Bahçedeki kiralık işçiler etrafta dolaşıp tohum saçıyorlardı. Tohumları ağaçların dipleriyle aralarına, açık alanlara ve yamaçtan aşağıya attılar. Her yerde kurutulmuş turp sapları, yonca ve yeşil ot örtüsü gördük; tepe sırtındaki sedirlerin altında, meşe, akçaağaç, çam ve akasyaların arasında bile.
Birkaç dönüme tohum saçmak yalnızca 15 dakika sürdü. Sonrasında kamyonete geri döndük; meyve ağaçları, at kestaneleri ve devasa bambularla dolu vadiden aşağı indik. İşçiler tekrar tohum saçmaya başladılar, ben de fotoğraf çekip çekemeyeceğimi sordum. İçlerinden biri kabul etti, ben de ellerinde tuttuğu tohumların fotoğrafını çekmek için yanına gittim. Onlarca farklı tür tohum görünce çok şaşırmıştım, birçoğu pestisitlere özgü canlı renklerle kaplıydı. “Böyle bir şey bir doğal çiftlikte nasıl olur?” diye sordum kendime.
Şiddetli bir yağmura tutulunca, geri dönmek üzere yola çıktık. Yoldayken tohumların neden işlenmiş olduğunu sordum. Ailenin genç üyelerinin doğal tarımı katı uygulamayı riskli bulduğunu söyledi işçi. Bay Fukuoka’nın felsefesini anlayan ve bahçe bitkilerini iyi tanıyan insanlar bulmak çok zor. Görünüşe göre modern çiftçiler artık toprağa pek yakın değiller, bu yüzden sağlıklı gıda yetiştirmeyi bilen insan sayısı gitgide azalıyor.
Öğle yemeğinden sonra taksi ile döndük, ıslak ceketlerimizi ve ayakkabılarımızı çıkarmak için hızla kapıya yöneldik. Kapı açıldı, biz içeri girer girmez ‘hiçbir şey yapmamak’ üzerine coşkulu bir ders vermeye başladı Bay Fukuoka.
Enerjik bir şekilde söze girdi, “Çoğu çiftçi şunu yapsam ne olur, bunu yapsam ne olur diye sorarak başlar, ancak bu yalnızca vakitlerini boşa harcamalarına neden olur. Benim yaklaşımım bunun tam tersidir, tarımın doğal ve keyifli yolunu ararım. İşleri zorlaştırmak yerine kolaylaştırmak için şunu yapmasam nasıl olur, bunu yapmasam nasıl olur diye sormaya başladım. Uygulamalarım sonucunda toprağı sürmeye, yapay gübre kullanmaya ya da kimyasal ilaçlara gerek olmadığını gördüm. Yapılan işlerin çok büyük bir kısmı, doğaya müdahale etmemizin yan etkileri sonucunda ortaya çıkmıştır. Gerçekten gerekli olan çok az uygulama vardır: tohumları saçmak, toprağı saplar ile örtmek ve hasat.”
“Tahıl yetiştirmenin sırrı; arpa ya da buğday, çeltik ve yonca arasındaki ortakyaşarlık kadar basittir,” dedi toprak ve bitki sistemleri hakkında. Ekim ayında olgunlaşmakta olan çeltiklerin üzerine yonca ve arpa tohumu atar. Birkaç hafta sonraki hasat sırasında fideler ezilse de, çabuk toparlar. Toplanan çeltik üç gün kurutulur, dövülür ve kesilmemiş saplar tarlaya rastgele saçılır. Ördek ve tavuklar dolaşmaları için serbest bırakılmamışlarsa, bazen biraz gübre de atar.
Yeni yıl gelmeden, çeltik tohumlarını kil ile kaplar ve yeşil arpaların üzerine saçar, sonra baharın gelmesini bekler. Mayıs hasadında kış mahsulü olgunlaşır, beyaz yonca araziyi örter ve kil bilyelerdeki çeltik tohumları filizlenir. Arpa hasat edilir, kurutulur ve dövülür, kesilmemiş saplar toprağa yeniden malç olarak bırakılır. Sonrasında, beş-altı gün tarlayı su altında bırakır ve yoncaların zayıflayıp çeltiğin aralarından boy vermesini sağlar. Haziran ve Temmuz aylarında komşularının su altındaki tarlalarının aksine kendisi araziyi kuru bırakır. Ağustos ayında haftada ya da on günde bir sulama yapar. “Hasada dek tüm yaptığım bu,” dedi, “Sonra döngü tekrar başlıyor.”
Konuşmasına ara verdiğinde, Howard soruları sormaya niyetlendi. “Hayır,” dedi Bay Fukuoka başını sallayarak, “Tepe yamacındaki eski bahçeme gidin, kendi gözlerinizle görün. Hala ilgileniyorsanız yarın sabah tekrar gelirsiniz.”
Çeltik tarlalarını geçince, yeşil tepelerdeki ormanın girişinde biten yeni bir asfalt yol bulduk. Girişten sonra kırık dökük ve dik bir çimento yokuş vardı, ancak o da aniden kesiliyordu. Yaşlı ormanlara uzanan tek yol dar bir patikaydı.
Başka bir yol ise bir iş kulübesinin ve gökyüzüne doğru spiral şeklinde yükselen geniş bir sınıfın olduğu açıklığa dönüyordu. Bir yanına ahşap makaraların özenle dizildiği platformun zemini, renkleri solup kararmış samanlar ile kaplıydı.
Oymalı kirişler, tohumları temizlemek için ahşap bir değirmen, çelikten çimento karıştırıcı, el yapımı kürek, orak, tırmık ve çapalar düzensiz bir biçimde bırakılmışlardı. Her şey tamamen unutulmuş gibi toz toprak içinde, yapraklarla kaplıydı. Boşluğu hissederek düşündüm: Bu aletleri bir zamanlar kullanan öğrencileri, gelecekteki öğretmenler neredeydi? Bir gün göçüp gittiğinde kimse bu değerli bahçeleri ve çiftliği fark edecek ve kurtaracak mı? Kafamın içindeki bir ses gibi gelen rüzgârın dışındaki her şey sessizliğe büründü.
Ürpermiş bir şekilde, kuzeye doğru devam ettim. Yol, Batılı gözlerime başta tuhaf gözüken yeni sürgünlere çıkıyordu. Sonra bazı eski dostlarımı gördüm; dut, sumak, akasya ve incir gibi. Kendimi tecrübesiz bir gözün terk edilmiş sanacağı küçük, yabanileşmiş bir ovada buldum. Aşağıda hareketli, modern İyo ışıldıyordu; yukarıda ise erken sonbaharın yaşandığı bahçeler bir zamansızlık hissi barındırıyordu. Hava bir anda karardı ve rüzgâr çıktı, kasabaya geri gidip bir geceyi daha endişeli bir bekleyişle geçirmemize sebep olacak şiddetli bir yağmur başladı.
Bulutlu ve durgun havada bir uğursuzluk hissi olmasına karşın, günün ilk ışıklarıyla hepimiz Bay Fukuoka’nın tepedeki meyve bahçelerine gittik. Diğerleri etrafı araştırıyordu, bense kamera ve tripodumla gürültü patırtı yapıyordum. Pagoda (Uzakdoğu tapınağı) ve makaraların fotoğrafını çekmiş ve tohum değirmenine yönelmişken Howard seslendi, ‘Şuna bir baksana.’
Çimento karıştırıcının üstündeki ıslak örtüyü kaldırıp kolunu içeri uzattı, geri çektiğinde elinde kitaplarda tasvir edilenlere benzeyen inanılmaz mücevherler vardı. Parmaklarının arasında içlerinden çimlenmekte olan tohumların fışkırdığı, her biri yaklaşık 1,5 cm çapında üç tohum topu vardı. Uzun süren kuraklık dönemine rağmen fırtına ve yağmur onları buraya getirmişti.
Tanıdığımız bitkileri birbirimize duyurarak patika boyunca heyecanla ilerledik. Karşılaştığımız bu bahçenin sıradan bir meyve bahçesi olmadığına yürekten inanıyordum; yalnızca hür Doğa böylesine yabani ama yenebilir, ruhani ve besleyici olabilirdi. Etrafımızda şeftali, erik, akçaağaç, mandalina, çam, akasya ağaçları büyüyor, kavun ve tanıyamadığımız başka bir sürü bitki yetişiyordu. Zemin dallar, saman, yonca ve diğer otlarla kaplıydı, sayısız zümrüt yaprağının dokuduğu bir goblen gibi. Toprağın en ufak bir parçası dahi çıplak değildi!
Cat gingko, trabzon hurması, ortanca ve meşenin isimlerini söyledi ve sordu, “Bu bir şafak sekoyası mı?” Howard direk yapımı için özenle budanmış, uzun ve güçlü selvilerden oluşan bir ağaçlık gördü. Naomi keyifle etrafta dolanıyor, huzur verici ormanı keşfediyordu; bense gümüş bambuların derinlerden gelen müziği ile durgunlaşmıştım. Anthony biraz yalnız kalabilmek ve aşağı vadideki balık gölünü yakından görebilmek için gezintiye çıkmıştı.
Buluşacağımız saat yaklaşınca, bir kısmında henüz hasat edilmemiş yeşil çeltik, diğer kısmında sapları yeni biçilip kuruması için asılmış soluk renkli çeltiklerin bulunduğu muntazam tarlalardan geçerek hızla geri döndük. Gördüklerimizin Masanobu Fukuoka’nın doğal tarım yöntemleri ile tahıl yetiştirdiği tarlalar olduğunu sonra anlayacaktık.
Bay Fukuoka bizi içeri aldı ve neler bulduğumuzu sordu. Bu sabahki deneyimlerimizi anlatırken bizi dinledi ve sonrasında herhangi bir dini veya spiritüel inancımızın olup olmadığını sordu. Her yanıtı ilgiyle dinleyip sessizce yüzlerimizi inceliyordu, bizimle ne kadar şey paylaşacağını tartıyor gibi bir hali vardı. “Cehalet, nefret ve açgözlülük doğayı yok ediyor,” dedi. “Her şey bir çöküş içerisinde. Doğayı yok ettikçe kendimizi de yok ediyoruz, dünya cismine bürünmüş Tanrı’yı da.”
“Modern tarım ile dünya kendisini dipsiz bir kuyuya sürüklüyor,” diye uyardı. “Küçük bir çiftliğin ortasında kurulan bir yuva, evrenimizin merkezidir. Bilimsel düşünce insanları sağlıklı bir yaşamdan uzaklaştırır. Konvansiyonel organik tarım dahi tehlikeli bir sapmadır. Dünyanın bir parçasını beslemek için bir diğerinden çalmak sürdürülebilir olamaz.”
Bay Fukuoka, ilk parçacıktan günümüze, evrime dair oryantal düşüncelerini anlattı. Bildiğimiz haliyle maddi evren genişledikçe, tüm yaşam içe doğru sarmallanan enerjinin aynı ahenkli örüntülerini takip ederek ‘Mu’ adı verilen hiçliğe ulaşır, diye açıkladı.
Darwin’in, Batılıların ‘yapısökümcü’ fikirlerine dayanarak kurduğu lineer zaman algısının nasıl belirsiz ve eksik olduğundan söz etti. Doğanın bütünsel gerçekliğini görmeyip biçim ve artalanı* birbirine karıştırmış, dolayısıyla işbirliği yerine rekabet ve mücadele görmüştür. Büyük Yol’da hastalıklar ya da zararlıların olmadığını açıkladı Sensei. Yalnızca parçaları gören kusur bulur.
Evrimsel sürecin bir ağacın dallanıp budaklanması gibi genişlemediğini, tek yönlü olmadığını; daha ziyade aynı deniz tabanından belirip yok olan volkanik adalarda görüldüğü gibi döngüsel bir yapıya sahip olduğunu söyledi. Kendi genlerinin doğuş ve yok oluşlarına göre, tüm canlı varlıklar evrensel atalardan eş zamanlı gelişmişlerdir. Yine de, ortak kökenden gelişleri nedeniyle her biri varoluşun birliğini kanıtlayan özellikler taşır.
Moneranın, tek hücreli bakteri ve alglerin, oldukça basit bir yapıya sahip olmalarına karşın hiçbir şekilde bizden daha az gelişmiş olmadıklarını; başlangıçtan beri ortak soydan gelişimiz nedeniyle onlarla kurduğumuz bir bağ olduğunu söyledi. Aralıklarla gerçekleşen sayısız paralel evrim birbirine bağlanarak bir ağ şeklini almış; içimizde, yanımızda ya da biz olmadan, her daim yaşamayı sürdürmüş olan Ichiban’ın (Japoncada bir, ilk olan anlamına gelir) çok çeşitli formları ortaya çıkmıştır. Yeni besin türleri ortaya çıktıkça onları yiyecek yeni yaşam formları gelişir, nihayetinde her şey mükemmel ve kendini dengeleyen bir şekilde Yüce Olan’ın besini olur.
Birdenbire odadan çıktı, elinde ağır bir cilalı taş ile geri geldi. Üzerinde turuncu ve siyah dalgalar halinde oksitlenmiş tortular ve 3,5 milyon yıllık bakteri fosilleri vardı. Hafifçe öne eğildi ve hiçbir şey söylemeden taşı ve üzerindeki ataları avuçlarımın içine bıraktı! “İki saat sonra geri gelin,” dedi ve bizi gönderdi.
Konuştuğumuzdan daha erken döndük ve biraz dinlenmek için verandada oturduk, ancak kapı açıldı ve Bay Fukuoka bizi hemen içeri aldı. Bazı kitapları ve sanat malzemelerini getirmek için iki üç kez odayı terk etti. Sonunda başı ile onayladı ve yere pirinç kağıdını serdi, fırça ve mürekkep ile hikayesini kağıda dökmek üzere oturdu.
Uzun sözlerine sade bir giriş yaptı: “Size söylemek istediğim şey, bitkileri insanların yaratıp yetiştirmediği. Dünyadaki şeylerin köklerinden söz etmek istiyorum; sözlerle ifade edilemeyen, genellikle görülemeyen dünyadan. Tohum ektiğimizde, bitkileri yetiştirdiğimizi düşünüyoruz. Ancak bitkiler bizim bilgimiz ya da bakımımız olmadan büyür. Bilgi birikimi yaptıkça kayboluyoruz. Bu birikim bize kendi sonumuzu getirir. Ben bilgiyi reddediyorum. Bitkileri Tanrı yaratır ve büyütür. Bu yüzden, yabancı arkadaşlarım bana ‘Hiçbir Şey Yapmayan Adam’ derler. Doğaya dair bu fikirlerim yaşım yirmi beş iken ortaya çıktı. İnsanlar bu fikirleri elli yıl süren çiftçilik çalışmalarım sonucu edindiğimi zannediyorlar. Hayır! Ancak fikirlerimi aniden değiştiren o anı tasvir etmek benim için imkânsız.
“Bu gezegende artık doğa diyebileceğimiz bir şey kalmadı. Onu kaybettik. Geri dönebileceğimiz bir doğa kalmadı. Yapmamız gereken bir arayışa çıkmak. Bunu insan bilgisi yapamaz, yalnızca doğanın kendisinden isteyebiliriz. Biz ve özellikle dünyadaki tohum şirketleri, gezegendeki her tür tohumu bir araya getirmeli ve bunları Tanrı’ya, doğaya sunmalı ve dua etmeliyiz. Doğaya bu tarz bir yaklaşımda bulunmak önemlidir. Elbette dua etsek bile Tanrı hiçbir şey söylemeyecektir. Bir ilham bile alamayabiliriz, ancak bitkilerin büyümeye başlaması Tanrı’nın vereceği cevap olacaktır. Doğa size öğretecektir.
“Toprakları sürmek iyi bir şey değildir. Yeşil örtüyü yok eder ve bakterileri günışığına maruz bırakır. Günışığından derimizi korumak için nasıl kıyafetlere ihtiyacımız varsa, gezegenimizin de yeşile ihtiyacı var. Elli yıldır, çiftliğimde aralıksız tarım yapıyorum. Toprağı dinlendirmeye gerek yok çünkü hiç sürmedim. Yüz farklı tür tohum ile yaptığınız kil bilyeleri toprağa saçarsanız, suyu dert etmenize gerek kalmaz. Yeşilin olduğu yere su da gelir. Bunu benim yaptığımı düşünmeyin, mükemmel şeyler yalnızca Tanrı’nın elinden çıkar.”
Bir çizimi bitirdi ve sessizlik uzayınca tohum topları yapma fikrinin nasıl ortaya çıktığını sorduk. “Daikon turplarının tohumları sert kabuklar içindedir, bilirsiniz. Fark ettim ki yere düştüklerinde, tohum filiz vermeye başladığında kabuk zaman içinde yok oluyor. Bu tohumlar böyle bir kabuğa ihtiyaç duyuyorsa, birçok tohum içeren bir topu kaplayacak kil tabakasının da bu işlevi görebileceğini düşündüm,” diye yanıtladı.
Hayranlıkla, “Böylece yüzeyde çimlenmek zorunda kalmıyorlar, kilden bir kabuğun korumasına, toprağa ve neme sahip oluyorlar. Küçük, minyatür bir toprak parçası, basit ve bir o kadar da güzel,” dedim. Bize dikkatle baktı, “Tohum topları çoğu insanın ilgisini çekiyor, ama bu konuda bir şey yapmıyorlar. Çocuklara hediye olarak bir kutu tohum vermeyi çok seviyorum, onları öyle masumca ekiyorlar ki,” dedi sonra.
“Tohum toplarında en az yüz farklı tür olmalı,” diye öne sürdü. “Bir tohum nihayetinde on bin tohum yaratır. Tohum topları atıp üç yıl beklerseniz, doğanın ne olduğunu anlarsınız. Bunu yapmak doğal tarım hakkında kitaplar okumaktan çok daha fazla işe yarar. Tohum topunun kendisi küçük bir evrendir. Altı kitap yazdım, ancak doğanın ne olduğunu sözcüklerle bir türlü ifade edemedim. Bu yüzden doğayı biçimsel olarak göstermeye karar verdim. Tohum topu, doğal bir çiftliğin bir santimetrelik modelidir; ağaçları, meyveleri, sebzeleri ve tahıllarıyla. Benim yüz çeşit tohumumun en iyisi olduğunu söylemiyorum. Bu yalnızca doğal tarıma bir giriştir.
“Tanrı’nın sevgisi bitkileri büyütür. Doğa mahsulleri yetiştirir. Kuşlar tohumları saçar. Üç yıl içinde, toprak dahi değişmeye başlar. Doğada büyük ya da küçük, güçlü ya da zayıf, zengin ya da yoksul gibi fikirler yoktur. ‘Yaşam mücadelesi’ gibi bir fikir yoktur. Böcekler ve hastalıklar vardır, ancak bunlar sorun yaratmaz. Çoğu böcek türü doğal bir uyumla iç içe yaşar. Bitkilerin neden büyüdüğünü bilemeyiz. Bana kalırsa Tanrı’nın sevgisiyle. Örneğin, yaşadığım dağdaki toprak elli yıl önce yeşil değildi, çöl toprağından farkı yoktu. Fakat şimdi, ben toprağı değiştirmemiş olsam da orada bitkiler yetişiyor.
“İnsan yaratımı olan çöller, başlangıçta yeşildi,” diye uyardı, “Bugün yapılacak en önemli şey, kurak toprakların ilerleyişinin önüne geçmektir.” Farklı bölgelere uyan yüzlerce farklı türdeki tonlarca tohumu uçaklardan saçarak bunu hızla sağlayabileceğimizi söyledi. Fukuoka’nın yöntemi tıpkı Howard ile bulduklarımız gibi bir santimetre çapında, karışık tohum, mikroorganizma ve humus içeren, kilden bir katman ile korunan tohum topları yapmak. Kilden kabuk, tohumları kuraklığa, böceklere, kemirgenlere ve çimlenmeden önce yiyebilecek kuşlara karşı koruyor. Zamanla gelen yağmurlar tohumları serbest bırakıyor ve top nereye düşmüş olursa olsun, içinden uygun olan bir tür çimleniyor. Bir kez kök saldıktan sonra ortaya çıkan bitkiler kendilerini doğal bir şekilde; yer çekimi, rüzgâr, su, böcekler ve daha büyük hayvanların yardımıyla tohumluyor.
“Başlangıçta beş ya da altı tür akasya seçtim,” diye ekledi, “Sonra onları başka yere diktim. Bu büyük bir hataydı, artık nakil yapmıyorum. Kuşların diktiği ağaçlar gerçekten düzgün oluyor, yılda iki metre büyüyor. Yaşlarını dallanmalarına bakarak anlayabilirsiniz. Bu şekilde kök salar,” diye gösterdi çizerek, “ağacın üst kısımları aynıdır. Şimdi çöle gidecek olsam, ‘Ben budala, yaşlı bir adamım,’ der ve yoluma öyle devam ederdim.
“Kırk ila yüz metre yükselen büyük ağaçlar da küçük ağaçlar da gerekli,” diye açıkladı. “Eğer ağaçlar yeterince büyürse, 100 metre kadar, bu doğanın o bölgede yüzde yüz geri dönüş yaptığını gösterir. Her şekilde, farklı boylardaki ağaçlara ihtiyacımız var. Afrika’da üç bin tohum türü kullanmak istiyorum, yüz tür yeterli değil. Ne yazık ki, tohum bulmak zor oluyor. Tohum topları yapmak kolay, ancak tohum seçerken dikkatli olmalıyız, özellikle Afrika’da. Her şey bölgeye, ülke tipine, çölün ne hızda yayıldığına ve benzer etkenlere bağlı. Hayvanların da beslenmeye ihtiyacı var, bu yüzden tohum toplarını mümkün olduğunca geniş bir alana yaymak gerekiyor. Yoksa çimlenseler dahi yem olurlar.”
Ona tohum topu hazırlarken tam olarak hangi kil türünü kullanmamız gerektiğini sordum. “Kırmızı kil,” dedi kendinden emin bir şekilde, “Kiremitlerde, tuğlalarda, derin topraklardaki gibi. Kırmızı kil, beyaz porselen kili değil. Kil kabuktur, amaç tohumları bu şekilde korumak. Hayvanların yememesi için tohumları saklamak gerekiyor. Tohumların boyutuna göre tohum toplarının çapı da farklılık göstermeli. Tohum karışımının toplam çapının iki buçuk katı kadar bir toprak-kil katmanı tohumları kaplamaya yetecektir. Havadan yapılacak tohumlamada, sertleşmiş kil hepsini korur. Daha büyük tohum daha büyük top demektir. Çeltik gibi tek tohumluk bitkilerde bilye başına tek bir tahıl yeterli olacaktır. Hindistan cevizi gibi çok büyük tohumların yalnızca kaplanması yeterli.
“Bir kil bilyesi gereken tüm gübreye sahiptir, ancak bunlar ‘uykudadır’. Kil, uyuyan topraktır. Ancak su bunu uyandırabilir. İnsanlar kırmızı kilin hiçbir değeri olmadığını düşünüyor, oysa kırmızı kil tüm gübreleri içerir. Azot, kalsiyum ve birçok mineral türü kırmızı kilde bulunur. Kili uyandırmak için yağmur suyu, yer altı suları, bitki kökleri ve bunların etrafında yaşayan mikroorganizmalarda bulunan asitlere ihtiyaç vardır.
“Tohum toplarında bir sürü atom vardır, ancak bunlar çözünmedikleri için uyku halindedir. Yine çözünmemiş olduklarından, bitkiler bunları ememez. Kil bu maddeleri yakalar, bir battaniye işlevi görür. Bu battaniyeyi kaldırmamız gerekiyor. Bunun için ‘makas ile kesmeliyiz’. Bu makas, akasya ve yoncalar gibi yeşil bitkiler ile bunların köklerinin etrafında üretilen karbonik asitlerdir. Tohum toplarında her şey bulunur. Saf kil taneciklerine bakarsanız bunu görebilirsiniz.
“Dünya yaratıldığında, ilk toprak kırmızı kildi. İnsanlar bitki, gübre ve toprağın farklı şeyler olduğunu sanıyorlar. İnsanlar cansız varlıkların ve bakterilerin farklı olduğunu düşünüyor. Başlangıçta hepimiz kildik. Kimyasal gübrelere hiç gerek olmadığını söylememin nedeni bu. Kili oluşturan maddelere bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Tohum toplarında her şey mevcuttur. Tohum topları hakkındaki düşüncem bu. Bitkiler, hayvanlar, toprak ve diğer her şey birbirine bağlıdır; kardeştir, akrabadır. Ancak insanlar dar görüşlü, her şeyin sevgi ile birbirine bağlandığını göremiyoruz.
“Hiçbir şey yapmazsak, dağlar yeşil örtülerine tekrar kavuşabilir. Kırk yıl önce, burada beş veya altı kişi yaşıyordu. O zamanlar, dağım yeşilliğini geri kazanmakta güçlük çekiyordu. Bu yüzden bir süre kimsenin oraya gitmesine izin vermedim ve ağaçlar büyümeye başladı. Özellikle şu son dört-beş yılda, çünkü dağıma artık ben bile gidemiyorum. Çok yaşlandım. Ağaçlar gitgide büyüyor. Daha fazla kuş ziyaret ediyor, ağaçlardan daha fazla tohum taşıyorlar, kuşların saçtığı tohumlardan daha fazla ağaç büyüyor. Bu ağaçlar daha doğal bir yapıya sahip ve daha çabuk büyüyor. Her yıl meyve veriyorlar.
“Dağımdaki ağaçların büyük bir bölümü altı-yedi yaşında. Akasyalar on yaşında. Ne zamandı hatırlamıyorum; Himalayalarda on altı yıldır ağaç diken bir adam ile Bangladeş’te dört yıldır ağaç diken bir başkası beni ziyarete geldiler ve tohum topu yapmayı öğrendiler. Aralarında Amerikalı bir kadın ve Japon bir rahip de vardı. Gelmelerinin sebebi çölleşme hızına ağaç dikerek yetişemeyeceklerini fark etmeleriydi. Dağımdan sekiz Japon selvisi kesip kendilerine kalacak bir yer yaptılar. Japon selvisi aslen oldukça pahalıdır, bu yüzden genellikle geçici bir kulübe yapmak için kullanılmaz. Biz bunu yaptık, çünkü insanlara tohum topları yaparlarsa kendi dağlarındaki ağaçlar ile ev yapmanın kolay olacağını göstermek istiyorduk. Günde en fazla üç yüz ağaç dikebilirsiniz, ancak tohum topu atmak bundan yüz kat daha hızlıdır. Maliyeti ağaç dikmenin yüzde biri kadardır. Yalnızca tohum topları gezegenimizdeki çölleşme hızının önüne geçebilir.
“Beslenme, giyinme ve barınma oldukça kolaydır. Hayatınızın sadece bir saatini tohum topu saçarak geçirirseniz, hayatınız boyunca birkaç ev yapmaya yetecek kadar odun elde edersiniz. Bitkilerinizden kıyafet yapabilirsiniz. Besin elde edersiniz. Bir gün ağaç, bir gün sebze-meyve, bir gün de tahıl. Bir dönümlük araziye arpa ve pirinç içeren tohum topları atarsanız, her tahıldan altı yüz kilogram mahsul elde edersiniz; bu da beş kişilik bir aileye bir yıl yeter. Yılda üç ya da dört gün çalışırsanız iyi bir yaşantınız olabilir.
“Doğanın gücü muhteşemdir; çünkü doğal yapı sağlam ve üç boyutludur, yatay ve iki boyutlu değildir. Dağımdaki bazı şeftali ağaçlarına kivi asmaları tırmanıyor, onların da üzerinde bir kavun türü var. Bu farklı boydaki üç meyve bir arada yaşıyorlar. Bir metrekarelik alandan bir ya da iki kilogram meyve topluyorum, bu iyi ve sürdürülebilir bir rakam. Doğal üretim insan üretiminden daha büyüktür, çünkü yapı sağlamdır.
“Dağımda yirmi yıl kadar önce tohum topu saçtığım bir yer var, şu an bir ormana dönüşmüş durumda. Yine de meyve ağaçları ve kivi var. Şimdi biliyorum ki orman gibi bir yerde dahi kivi yetişebilir. İnsanlar doğanın gücünü yok ediyor. Doğanın büyüme gücünden geriye yalnızca dörtte biri kaldı. Verimliliği ya da üretimi arttırmıyoruz, yalnızca üretimdeki düşüşün önüne gübreyle geçmeye çalışıyoruz.
“Doğaya yalnızca dışarıdan bakıyoruz, içerden değil. Zaman ve mekânda sonsuz sayıda nokta vardır. Şurada bir tane, orada bir tane. Bilgi birikimi yapmak adına sağa sola gidiyorsunuz.” Bir sayfayı sembollerle doldurdu ve sordu, “Evet, Naomi, sen bu resimde neredesin?” Derin derin düşünüp orada olmadığını söyledi, Bay Fukuoka onaylar bir halde gülümsedi.
Fujiyama gibi bir dağ çizdi; etrafı ağaçlar ve dereler ile çevrili olan, yamaçlarda insanların çalışıp didindiği bir dağ. Sonra bize sordu, “Bu Doğa Dağı’nda siz neredeseniz?” Doğru cevabı bulmaya çalışıp her seferinde tökezlememizi dikkatle izledi ve sonunda gülerek yanıtladı, “Hayır! Siz dağın eteklerinde uyuyor olmalısınız. Hiçbir şey yapmadan. Gözlerinizi kapayın ve dış dünyayı bir kenara bırakın. Doğru olan tek yol doğaya içeriden bakmaktır.
“İlk yıl, yargılamayan çocuksu bir zihinle; uygun olan her zaman, her yere tohum topları saçın. İkinci yıl boyunca kuşlar ve böcekler bitkilerden tohumları taşıyacak ve sizin yerinize doğal bir şekilde ekecek. Üçüncü yıl doğal bir model oluşmaya başlayacak. Çocuklar bazen tohumları beklenmedik yerlere atıyorlar, bu da aklımıza hiç gelmeyecek bir keşif çıkarıyor ortaya. Yüzde doksan dokuz başarısızlık ve yalnızca yüzde birlik bir başarı dahi olsa, bu bizi yeni olasılıklara götürür. İnsan bilgisi kullanırsanız elde edeceğiniz sadece beklediğiniz sonuçlar olabilir.
“Size doğanın bize nasıl bir şeyler öğrettiği hakkında bir örnek vereceğim. Bir yaz Kaliforniya’da verdiğim bir konferanstan sonra birkaç genç adam bana doğal tarım ile nasıl hayatta kalabileceklerini sordular. Beni yaşadıkları ovaya götürdüler. Gördüklerim beni şaşkına çevirmişti, toprak neredeyse tamamen çölleşmişti. Onlara arazinin çok kötü durumda olduğunu ve yardım edemeyeceğimi söyledim. Ancak etrafa baktığımda bir su kaynağı gördüm. Orada bir gece kaldım ve ertesi sabah yüzümü yıkamak için kaynağa gittim. Kaynağın hemen yanında bir fare oyuğu vardı, insanlar yüzlerini yıkadıklarında su bu delikten içeri doluyordu. Deliğe baktığımda yeşermiş bitkilerle karşılaştım. Toprağın ölü olmadığını, tohumların yaz sıcağında uykuda olduklarını ve biz sularsak çimleneceklerini fark ettim.
“Gençleri uyandırdım, araziye sebze tohumları ekmeye başladık ve toprağı suladık. Birkaç gün içerisinde, bir tür yabani ot olan tilkikuyruğu çimlendi. Ancak bir hafta sonra hepsi yaz sıcağında öldü ve aralarından sebze tohumları çimlenmeye başladı. Doğa – o fare oyuğu – bana gösterdi ki, arazinin çölleşme nedeni yalnızca tilkikuyruğu gibi birkaç tür otla kaplı oluşuydu. Doğa bize bu yabani otları ortadan kaldırmanın ve bir çölü sebze bahçesine dönüştürmenin yolunu da öğretti. İnsan yalnızca doğadan öğrenebilir. Tek yaratan Tanrı’dır, biz yalnızca onun yarattıklarını dönüştürebiliriz. Tanrı’nın yarattıkları Hakikat, İyilik ve Güzelliktir.
“Bangladeş, Hindistan, Afrika, Avrupa, Amerika ve daha pek çok yerde; insanların yarattığı çöllerdeki artışın önüne geçmenin ve yiyecek ile barınak sağlayan yeşil bitkileri geri getirmenin mümkün olduğunu gösterdim. Ancak bazı hükümetler araya girdi, karnı doyan ve bağımsızlaşan insanlara asi dediler. Küçük ve yenebilir bir ormana bir yılda kavuşabilmelerine karşın, zavallı insanlar kimyasala bağımlı tarıma geri dönmeye zorlandı. Hayır, teşekkürler! Somali’ye yiyecek ile silah gönderdiniz, ama yiyecekler yalnızca silahları olanların eline geçti, bu yüzden ileride sadece tohum göndermelisiniz.
“Somali’ye giderken, uçaktan aşağı araziye baktım. İnsanlar orada su olmadığını söylüyor, ama var! Çölün orta yerinde, iki yüz metre genişliğindeki bir ırmakla karşılaştım. Nereye dökülüyordu? Yeraltına! İki metre kazarsanız, nemi hissedersiniz. Öyleyse kökleri iki metre uzanan bitkiler ekersek, bunlar suya ulaşabilir ve büyür.
“Afrika’nın seksen yıl öncesindeki ormanlarının bugün sadece yüzde üçü kaldı. Avrupa sömürgeciliğinin sonrasında yalnızca kahve, çay, mısır ve pamuk gibi ihraç edilebilecek birkaç tür bitki yetiştirilen Afrika’da çöller yayılmaya başladı. Yalnızca liderlerin işine yarayacak ihracat ürünleri üretmek zorunda kalmaları için, Afrika hükümetleri insanların tohumlarını ellerinden alarak kendilerine yetebilir hale gelmelerinin önüne geçiyor.”
Eline bir kitap aldı ve sözlerine devam etti, “Şu resimlere bakın. Burada, Somali hükümetindeki insanlar yalnızca okaliptus gibi birkaç tür ağaç dikiyorlar ve bunlara günde sekiz kez on sekiz ton su veriyorlardı. Buna rağmen yarısı ölmüştü. Nedenini öğrenmek istediler, ben de onlara ağaçları sulamamalarını söyledim. Yüzeyden gelen suyla yetinen ağaçların köklerini derinlere ulaştırmasına engel oluyorlardı. Kullandıkları bitki türlerini değiştirmelerini söyledim. Çimlendikten sonraki bir hafta içinde kökleri iki metreye ulaşan akasya ağacını önerdim. Bu akasyalarla birlikte sebze tohumları da ekmelerini söyledim.
“Tohum hisleri olan bir varlıktır,” dedi. “Çok küçük bir tohum toprağın derinlerine kadar gider. Bitkinin, meyvenin nasıl büyüyeceğini sadece o bilir. Akasya ile başlayın. Akasya “Su mu, hayır, teşekkür ederim,” der ve köklerini bir metre, iki metre aşağı gönderir, suyu çeker. Sonra bunun gölgesine karpuz, tatlı patates ve Japon turbu ekin. Etrafını çalılıklarla çevreleyin ki deve ve keçiler bu yeşil kuşaktan uzak dursun. Tohum toplarıyla, her şey kısa sürede kurtulur.
“Başlangıçta, hükümet bu fikri beğenmedi. İnsanların sebze tohumlarını ekmelerine izin verdiler, ama yalnızca bahçelerine. Tohumlar! Tohumlar Afrika’ya verilebilecek en iyi hediye. Somali’de polisler beni insanlara tohum vermemem için uyardı. Aksi takdirde tutuklanırmışım. Ama verdim. Tohum almak için bana ilk gelenler çocuklar oldu. Ektikleri tohumlar çimlendi. Bunu gören gençler, onlara da tohum vermemi istediler. Tabi ki onlara da verdim. Çöle tohum ekmeye başladılar. Ona verdiğim tohumlardan birini eken genç bir adam, üç gün boyunca uyumadan, tohum çimlenene dek başında bekledi. Tek bir tohumun! Bakın,” diyerek başka bir resmi gösterdi bize, “Görüyorsunuz, portakal ağaçları bile iki yılda bir metre uzadı. Afrika’da meyve ağaçlarına geçiş kolay.”
Cat konuyu değiştirerek “Nüfus fazlalığı ne olacak?” diye sordu. Bay Fukuoka bir an düşünüp yanıtladı, “Nüfus, bu soru önemli gözüküyor. Ancak tüm sorunları nüfusu kontrol altında tutarak çözmeye çalışmak tümüyle yanlış. Hayvanlar böyle yapmıyor. Tanrı’nın bir planı vardır. İnsanları yaratırsa, onlar için yiyecek de yaratır. Yiyecek olur, dinozorlar ortaya çıkar. Yiyecek olur, insanlar ortaya çıkar. Çölleri yaratan bizleriz. Çölleri yeşillendirebilirsek, hepimiz beslenebiliriz. Doğal tarım ile kaç insanı doyurabilirsiniz? Bu soruyu soruyorsunuz, çünkü insanları insanların yarattığını düşünüyorsunuz. Ancak kurbağa ya da karıncaların neden doğduğunu dahi bilmiyoruz. Beş milyon insana yetecek yemek varsa, beş milyon insan doğacaktır. Tanrı’nın planı mükemmeldir. Ancak, hayatta kalmamızın tek yolu insanların doğayı katletmeyi bırakmasından geçiyor. Bu yıkımın şiddetinden dolayı, kendimizi nüfus kontrolü yapmamızı gerektirecek bir halde bulduk.”
Cat ısrar etti, doğal tarım büyük ölçekte uygulanmaya başlanana dek geçici yiyecek sıkıntılarının yaşanıp yaşanmayacağına dair bir açıklama bekliyordu. Bay Fukuoka başını salladı ve cevapladı, “Sorun olmaz. Her Japon bir çiftçi olursa imkânsız değil. Doğal tarım ile beş kişi bin metrekarelik bir arazide yaşam sürdürebilir. İnsanlar bunu görünce, herkesin aynı sonucu alabileceğini düşünmezler. Zor olsa da bu mümkün.”
Cat, bahçesine toprağı test etmek için mavi çiçekli ortanca ekip ekmediğini sordu ona. Bay Fukuoka bir an Naomi’ye döndü, sonra başını kaldırıp açıkladı, “Bu çok ilginç bir durum, toprak değiştikçe çiçeklerin rengi de değişiyor. Toprağın asit-baz durumunu görmek için ekmiştim, ancak bu tarz bilimsel gözlemlere gerek olmadığını fark ettim. Artık sadece tohumları ekiyorum ve gerisini doğaya bırakıyorum.
“Çok bilimsel. Doğal tarım bilim ötesi bilim olarak açıklanabilir, yöntemleri döngülere dayanır. Doğal bir çiftliğin nasıl işlediğini görürseniz anlarsınız. Bu Doğa’dır, Tanrı’nın kendi tasarısıdır. Permakültür tasarımcısı dostum Bill Mollison’ın bir sürü fikri ve modeli var, ancak doğal tarım uygulasaydı ve zamanını harcamasaydı, yine aynı şeye ulaşacaktı. Evinize gidip tohum topu yaparsanız, gerekli her şeyi bilmeseniz bile sorun olmayacak. Ancak beklenti içine girerseniz, başarısız olabilirsiniz. Şüpheye düşmeyin!”
Elini kaldırdı ve devam etti, “Eminim çok sayıda soru sorma ihtiyacı duyuyorsunuz, fakat sadece inanırsanız, size işin sırrını göstereceğim.” Zorlanarak ayağa kalktı, odadan çıktı ve elinde iki çeltik bitkisiyle geri geldi. Bir tanesi uzun ve cılız, diğeri kısa ve güçlüydü, dolgun bir başağı vardı; her ikisi de çamurlu kökleriyle birlikte bir gazete kağıdına sarılmışlardı. Bunları onun mu yetiştirdiğini sordum. “Evet, bunu ben yetiştirdim,” diye yanıtladı dinç olanı göstererek, “Diğeri bir komşumun tarlasından.” Daha iyi görebilmek için yaklaştık, bir başakta kaç tane olduğunu sordum.
“Sizce kaç tanedir?” diye sordu, Howard standart bir yüksek verimde yüz ila yüz yirmi beş tane olabileceğini söyledi.
“İki yüz kadar,” dedi Bay Fukuoka. “Çiftçiler bir metrekareye on beş bitki ekiyor, sapları sayıyorlar, her bitkide yirmi sap var, toplamda otuz bin tane ediyor. Ben aynı büyüklükte bir alana on tohum topu atıyorum, otuz bitki çıkıyor. Her bitkide iki yüz taneden altmış bin tane, bilimsel olarak en iyi hasat, üstelik daha güçlü bitkilerden. Teorik olarak bu ideal pirinç üretimidir. Bundan daha fazlasını üretmek mümkün değildir, anlıyorsunuz ya. Çünkü doğal bir çiftlikte bitkiler güneşten gelen enerjinin yüzde yüzünü emebilir. Yapay gübre kullanılmadığı için bitkilerin tüm güneş ışığını emme gücü vardır. Bitkilerden alınacak verimin sınırını belirleyen etken budur.”
Cat bunu seleksiyon ya da çaprazlama ile sağlayıp sağlamadığını merak ediyordu. “Başlangıçta çaprazlamayı denedim,” diye yanıtladı Bay Fukuoka, “Fakat böceklerin aynı işi yapıyor olduğunu gördüm ve bunu onlara bıraktım, şimdi yeni türler var mı diye bakıyorum. Tarlamda her zaman yeni pirinç türleri çıkıyor. Bugün Amerika’da yediğiniz esmer pirincin çoğu benim tarlamdan geldi. Sizinkiyle benimki kardeş türler. Yıllar önce iki adama birkaç tohum verdim. Tek yaptıkları bunu çoğaltıp satmak oldu, ne benim ismim geçti ne de para doğal tarım için kullanıldı. Çevrenin korunması için harcanmak üzere kârın yüzde birini istedim, fazlası da doğal tarımın yolunu öğretmek için kullanılmalıydı. Ancak tohumları herhangi bir anlaşma imzalanmadan önce vermiştim. Herhangi bir izin olmadan işe koyuldular, umarım elde ettikleri kârı iyi bir şey için harcıyorlardır, herhangi bir duyum almadım.
“Böceklerin yaptığı çaprazlama varken, bilimsel çaprazlamaya gerek yok. İnsanların budala olduğunu artık biliyorum. Yaptıklarımın gereksiz olduğunu anladım. Elli yıl çalıştım, gerek yokmuş. Bu sonuca yirmi beş yaşındayken varmıştım, elli yılın sonunda yine aynı sonuca vardım. Hiçbir şey yapmamıza gerek yok. Fakat insanlar da biliyor ki, doğadan eser kalmamış ve çöl yayılıyorken, hiçbir şey yapmamak çok zor. Bu yüzden tohum topları yaptım. Tohum topu saçmak yapılması gereken asgari şeydir.”
Ona tohum toplarını ne zaman saçmam gerektiğini sordum, sonbahar mı, kış mı, yoksa baharı mı beklemeliydim? “Özel bir yer ya da zaman yoktur,” diye yanıtladı sabırla “Karar ver ve yap, kar bile yağıyor olsa. Tohumlar çimlenmez. Hepsi bu. Yaygın fikrin aksine, önce kökler çimlenir.”
Sonra konuyu kitaplarının yeniden basımının gerektiğine getirdi, çoğunu bulmak oldukça güçtü. Babası Ekin Sapı Devrimi’nin İngilizcedeki ilk baskısını yapmış olan Anthony, kitabın başka kaç dilde basıldığını sordu. En az on bir dilde basılmış olduğunu öğrendik. “Yayınevlerinin kaçı telif izni almıştı?” diye sorduk. “Hiçbiri,” dedi Bay Fukuoka omuzlarını silkerek. Yoksul ülkelerden para istemediğini, geri kalanların da ücretsiz bir şekilde kitabı bastığını anlattı. Bir dahaki sefere, Ekin Sapı Devrimi’ni yeniden kendisi basmak ve bir tür dağıtım organize etmek istediğini söyledi.
Bir kapanış havasıyla her birimize tek tek baktı ve sözlerine devam etti, “Benim yolumu parçalara bölerek başka birinin yoluyla kıyaslamanız mümkün değildir. Fikirleri kaynaştırmaya çalışmayın. Yalnızca insanların kafalarını karıştırır ve başarısızlığa uğrarsınız. Yaptığınız şeye ya yüzde yüzünüzü verin, ya da hiç uğraşmayın. Asla şüpheye düşmeyin. Her şey yoluna girer. Yalnızca tohum topları saçın, gerisini Doğa halledecektir.” Biz ayrılırken, Naomi kitaplar hakkında onunla yakın zamanda iletişime geçeceğimizi ve kendisini yeniden görmeyi umduğumuzu söyledi kibarca. “Acele etmeyin,” diye yanıtladı Bay Fukuoka, “ne de olsa, zaman diye bir şey yoktur.”
Japonya’daki son günümüzün şafağı sökerken, Howard ve ben son kez bir göz atabilmek için yaşlı bahçeye koştuk. Sensei’nin her yerini devasa morsalkımlar sarmış olan çamur-bambu kulübesine giden dar yoldan tepe zirvesine doğru çıktık. Kulübenin sadeliği insanın ruhuna ferahlık veriyordu; yalnızca bir çatı ve duvar olarak sürgülü panellerden oluşuyordu, ortada açık bir fırın vardı. Çömlekler, tavalar, kap kacaklar, el aletleri ve bir şilte yerde duruyordu. Duvarda tek bir resim vardı, Doğa Dağı, bize geçen gün öğrettiği her şeyin saf hali.
Tüm bu manzaradan henüz tatmin olmayan Howard içeriyi biraz daha karıştırmaya başladı, bense bahçe boyunca fotoğrafı çekilecek uygun bir yer aradım. Yenebilir asmalar, meyve ağaçları, çalılıklar ve tahıllar barizdi, fakat bereketli sebze mahsulleri neredeydi? Yıllar boyunca kendi kendilerini yeniden eken tohum toplarının soyu neredeydi?
Howard dışarı çıktı ve seslendi, “Gitmemiz gerekiyor, yoksa uçağımızı kaçıracağız. Kameralarını taşımana yardım edeyim.” Aşağı inmeye başladı, telaşla seslendim, “Her yerde olduğunu hissedebiliyorum, ama fotoğrafa tam olarak aktaramıyorum.” Çantama uzandığında sordum, “Bu arada, dizimize kadar uzanan bu otlar ne?” Howard diz çöküp toprağa yaklaşınca, iç içe geçmiş binlerce Japon turbu, tatlı patates, lahana, havuç, fasulye, kudzu, kivi ve daha fazlası açığa çıktı. “Aman Tanrım, işte bu,” diye bağırdım heyecanla, “Yenebilir bir orman zemininin üzerinde duruyoruz!” Sensei’nin elli yıl önce öngördüklerinin kanıtı, bereketli yeşili ve çiyin nemiyle, baktığımız her yerde parlıyordu. O an, insanlığı ve doğayı bir araya getirmeye adanmış bir yaşamın aşkın meyvesi bizi de kucakladı.
Notlar
*Biçim-artalan (Figure-ground): Algı ruhbiliminde, algısal düzeneğin odaklandığı ya da o sırada başka her şeyden ayrı olarak algıladığı şey (biçim) ile bunun arkasında uzanıp algı odağının dışında kalan “başka her şey” (yer) arasındaki ilişki (çeviri notu).
1.Rodale Press tarafınan kayda alınmış videoteyp The Close to Nature Garden’ın giriş cümlesi. Arthur Mokin Productions, Inc, P 0 Box 1866, Santa Rosa, California, 95402, Telephone: (707) 542-4868.
2.Tanrı, Kami ya da Kamisama, canlı ve cansız tüm varlıklarda kendini gösteren ilâhi güç.
3.Doğal tarım uygulandığında, 200 metrekarelik bir alan bir kişinin vejetaryen diyet ile sürdürülebilir bir yaşam sürmesi için yeterlidir. Karşılaştırırsak, John Jeavons’ın geliştirdiği Biyointansif Sürdürülebilir Küçük Çiftçilik uygulaması, bir kişinin vejetaryen diyet ile sürdürülebilir bir yaşam sürmesi için yaklaşık 400 metrekarelik bir alan gerektirir. Bill Mollison’ın geliştirdiği Permakültür Tasarımı uygulamaları, vejetaryen ağırlıklı beslenen bir kişinin sürdürülebilir bir yaşam sürmesi için yaklaşık 600 metrekarelik bir alan gerektirir. Modern konvansiyonel tarım uygulamaları bir kişinin herhangi bir diyet ile yaşayabilmesi için 1000 ila 4000 metrekarelik bir alan gerektirir, üstelik sürdürülebilir değildir.
Kitaplar
The One-Straw Revolution, a philosophy, published by the Rodale Institute, 33 East Minor Street, Emmaus, Pennsylvania, 18098.
The Natural Way of Farming, a manual, and The Road Back to Nature, a history, published by Japan Publications, Inc, Tokyo, Japan, & New York, USA, distributed by Kodansha International/USA, Ltd, Farrar, Straus and Giroux, 19 Union Square West, New York, New York, 10003.
Jim Bones, 1995
Çeviren: Cemre Kontacı
Yazının hakları Jim Bones’a aittir. Hiçbir bölümü ticari amaçla kullanılamaz.
[…] Masanobu Fukuoka, Doğal Tarımın Ustası […]
BeğenBeğen