Her sabah uyandığımda kendime yazmam mı gerekir yoksa bir baraj mı patlatmam gerekir diye soruyorum. Yazmaya devam etmem gerektiğini söylüyorum, gerçi bunun da doğru olduğundan emin değilim. Kitaplar da yazdım aktivistlik de yaptım, ancak Kuzeybatıdaki somon balıklarını öldüren şey ne kelimelerin eksikliği, ne de aktivizmin. Onları öldüren şey barajlar.
Somon balıkları hakkında biraz fikri olan herhangi biri barajların gitmesi gerektiğini bilir. Siyaset hakkında biraz fikri olan herhangi biri barajların kalacağını bilir. Bilim insanları araştırma yapar, politikacılar ve iş insanları yalan söyler ve erteler, bürokratlar sahte kamusal toplantılar düzenler, aktivistler mektup yazar ve basın bunları yayımlar – yine de somon balıkları ölür.
Ne yazık ki, harekete geçmek konusundaki acizliğim ve gönülsüzlüğümde yalnız değilim. Örneğin, 1933’ten 1945’e kadar Hitler karşıtı Alman direnişinin üyeleri, çok tanıdık bir aymazlık sergiledi: “Doğru dürüst” bir hükümetin kurulabilmesi için Hitler’in bertaraf edilmesi gerektiğini bildikleri halde, bu teorik hükümetin kâğıt üzerindeki versiyonlarını oluşturmaya Hitler’i iktidardan indirmeye çalışmaktan daha fazla zaman harcadılar. Bu aymazlığa sebep olan şey cesaret eksikliği değil, yanlış yönlendirilmiş bir ahlak anlayışıydı. Karl Goedeler’i ele alalım; bu yeni hükümeti oluşturmak için yorulmak bilmeden çabalasa da, bir oturup yüz yüze konuşabilseler Hitler’in merhamet gösterip mücadeleyi bırakacağına inandığı için suikast düzenleme fikrinin hep karşısında durdu.
Biz de bu aymazlıktan muzdaribiz, gerçek umutlar ve boş beklentiler arasındaki farkı görmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bizi gerçek olasılıklar karşısında körleştiren boş beklentileri ortadan kaldırmamız gerekiyor. Protestolarımızın Weyerhaeuser’ın ya da diğer uluslararası kerestecilik şirketlerinin ormanları yok etmesini durduracağına gerçekten inanan var mı? “Somonların soyunun tükenmesini umuyoruz, böylece işimize gücümüze bakabiliriz” diyen bir şirket yöneticisinin (Bonneville Enerji Topluluğu’ndan Randy Hardy) kendi arzularını tatmin etmekten başka bir şey yapacağına gerçekten inanan var mı? Medeniyetimiz kadar eski bir sömürü düzeninin, sömürünün mühendisliğini yapan zihniyetin mutlak reddi ve bu reddedişi takip eden eylemler dışında; kanun yoluyla, yargıyla ya da başka herhangi bir yöntemle durdurulabileceğine gerçekten inanan var mı? Biz kibarca soruyoruz ya da ofislerinin önünde barışçıl bir şekilde kol kola kenetleniyoruz diye dünyayı mahvedenlerin duracaklarını gerçekten düşünen var mı?
Hükümetinin amacının yıkımcıların faaliyetlerinden vatandaşları korumak olduğuna hala inanan birkaç kişi olabilir. Tam tersi doğrudur:
Siyasal iktisatçı Adam Smith, hükümetin birincil amacının, ekonomiyi yönetenleri yaralı vatandaşların öfkesinden korumak olduğunu belirtirken haklıydı. Kültürümüzün oluşturduğu kurumların suları zehirlemek, yamaçları çıplak bırakmak, alternatif yaşam yollarını saf dışı bırakmak ve soykırıma kalkışmak dışında bir şey yapmasını beklemek affedilemeyecek kadar naiftir.
Pek çok Alman komplocu Hitler’i defetmekte tereddüt etti, çünkü ona ve hükümetine sadakat yemini etmişlerdi. Vicdanları korkularından daha fazla tereddüte neden oldu. Kaçımız çocukken bağlılık yemini ettiği bu hükümetin meşruiyetine olan inancının yanıltılmış kalıntılarını kökten söküp atabildi? Kaçımız sistemin bir şekilde iyileştirilebilir olduğuna inandığı için direnişte şiddet çizgisini aşmaktan geri durdu? Ve eğer böyle olduğuna inanmıyorsak, neyi bekliyoruz? Shakespeare’in de isabetli bir biçimde söylediği gibi “Vicdan hepimizi korkak yapar.”
Hükümetimizi Hitler’le karşılaştırdığımızda meseleyi abarttığım söylenebilir. Somon balıkları ya da vaşaklar, Peru halkı, Batı Papua, Endonezya ya da kültürümüzün faaliyetlerinin bedelini yaşamlarıyla ödeyen diğer tüm yerlerdeki insanlar bana katılır mı emin değilim.
Mesele hayatta kalmaksa, harekete geçmeyişimizin de hareketlerimiz kadar öldürdüğünü kabul etmemiz gerekiyor. Hermann Hesse’nin de yazdığı gibi “Yoksulluğa, kedere, haysiyetsizliklere gözlerimizi kapadığımızda öldürürüz. Yozlaşmış toplumsal, siyasal, eğitsel ve dini kurumlara göz yummayı ya da bunları onaylıyormuş gibi davranmayı, sırf karşılarında kararlılıkla savaşmaktan daha kolay olduğu için seçtiğimizde, öldürürüz.”
Zamanımızın asıl –ve pek çok yönden tek– sorusu şudur: Saldırganca yıkıcı davranışların karşısında verilebilecek en akla yatkın, uygun ve etkili cevap nedir? Yıkımı yavaşlatmaya çalışanlar, sorunları çoğu kez açıkça tanımlayabilirler. Kim tanımlayamaz ki? Sorunlar ne üstü kapalı ne de kavramsal açıdan zorlayıcıdır. Yine de, bu açıkça çözülmeyen sorunlara bir karşılık vermenin duygusal yönden göz korkutucu külfetiyle karşı karşıya kaldığımızda, genellikle cesaret ve hayal gücü eksikliğinin cezasını çekeriz. Gandhi zulmü durdurması için Hitler’e mektup yazmıştı ve işe yaramamasına hayret etmişti. Ben de yerel kurumsal gazetenin editörüne yanlış yazılan gerçekleri gösteren mektuplar yazmaya devam ediyorum ve sürekli bir sonraki saçmalığa şaşırıp duruyorum.
İyi planlanmış bir suikast programının sorunlarımızın tamamını çözebileceğini söylemiyorum. Bu o kadar kolay olsaydı, bu yazıyı yazıyor olmazdım. Mesela çalışmaları en iyi ihtimalle aralıksız bir ekolojik tahribat olarak tarif edilebilecek Kuzeybatıdan iki senatör Slade Gorton ve Larry Craig’e suikast düzenlemek, muhtemelen bu yıkımı onlara birer mektup yazmaktan daha fazla yavaşlatmazdı. Ne emsalsiz ne de tek başına, şüphesiz ki Gorton ve Craig de ekolojik tahribatı sahnelemeyi sağlayan birer araç; tıpkı barajlar, kurumlar, motorlu testereler, napalm ve nükleer silahlar gibi.
Birisi onları öldürse, diğerleri yerini alır. Özellikle Gorton ve Craig ’in hastalıklı ruhlarından türeyen ekolojik tahribat onlarla birlikte ölürdü, ancak kültürümüzdeki dürtünün ortak doğası tam gaz devam eder, yerini doldurmak bir başka fahişeyle anlaşmak kadar kolay olurdu.
Hitler de Craig ve Gorton gibi yasal ve “demokratik” bir şekilde seçilmişti. Hitler de kendi kültürünün ölüm arzusunu, iktidara gelmesi için oy verenlerin kalbini kazanmak ve planlarını aktif olarak gerçekleştiren milyonların sadakatini muhafaza etmek için yeterince ustalıklı bir şekilde ortaya koydu. Hitler de, Craig ve Gorton gibi, George Weyerhaeuser ve diğer CEO’lar gibi, tek başına hareket etmedi. O zaman neden aralarındaki bir fark görmeliyim ki?
Şu andaki sistem zaten ekolojik aşırılıklarının ağırlığı altında çökmeye başladı ve biz de tam bu noktada bir işe yarayabiliriz. Sadakatimizi kültürümüzün gayrimeşru ekonomisi ve devlet kurumlarından toprağa taşırken, hedefimiz mümkün olan her şekilde memleketlerimizin insan ya da insan olmayan tüm sakinlerini korumak olmalıdır. Bizim amacımız, tıpkı şehir merkezinde bir yıkım ekibinin yaptığı gibi, kültürümüz çökerken beraberinde mümkün olduğunca az yaşamı götürsün diye kültürümüzün yerli yerinde yığılmasını sağlamak olmalı.
Tartışmalar bir uzaklık olduğunu varsayıyor ve şiddet uygun mudur değil midir diye konuşuyor olmamız hala yeterince umursamadığımızı söylüyor bana. Hareket etmenin tartışmalar ve teoriler yerine bedenlerimizden ve topraktan doğan bir çeşidi var. Bu hareket bal arısının kovanını korumak için iğnesini batırması, Anne boz ayının yavrularını korumak için trene saldırması; bu, Zapatista sözcüsü Cecelia Rodriguez’in “Bana tecavüz eden erkeklere bir sorum var. Neden beni öldürmediniz? Hayatımı bağışlamanız bir hataydı. Susmayacağım – bu bende felç kalacağım büyüklükte bir travma yaratmadı.” demesi. Bu, Ken Saro-Wiwa, son sözleri “Tanrım, ruhumu alsan da mücadele devam edecek!” diyen, Nijerya hükümeti tarafından Shell’in Ogoni topraklarını almak üzere teşvik edilmesi esnasında öldürülen Ogoni aktivisti. Bu Varşova Gettosu Ayaklanmasına katılanlar, Çılgın At, Oturan Boğa ve Ceronimo. Bu sahip olduğu tek şey olan kendi etini, onu evinden ayıran betona vurarak engelleri aşmaya çalışan somon balığının hareketi.
Şiddet kullanmalı mı sorusunun doğru soru olduğuna inanmıyorum. Bunun yerine, soru şu olmalı: Yitirilenleri yeterince hissediyor musun? Bunu soyut düzlemde tartışmayı sürdürdükçe kaybedeceğimiz daha çok şey var. Her geçen gün kaybettiklerimizin – bozulmamış doğal toplulukların, ücret karşılığı satılan saatlerin, şiddete karşı kaybedilmiş çocuklukların, kadınların sokakta korkusuzca yürüme kapasitesinin – boşluğunu ve ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu bedenlerimizde hissetmeye başlarsak, o zaman tam olarak ne yapacağımızı bileceğiz. [1]
[1] Earth First! Dergisi, s.5, Mayıs-Haziran, 1998
Derrick Jensen
Çeviri: İlayda Gülsüm Çamlı