Trajedinin malzemesi, insanın acılarında katlanılmaz ve sürekli olduğunu hissettiği her şey. Mitos; bilincin bilinçaltının derinliğinden çıkardığı ilksel figürlerin yeniden türetilmesiyle yaşamın devam ettiği inanç yapısı. Kutsal aydınlanışın sembol ilk örneklerinden Buda’nın uyanışına ve kurtuluşuna vesile olan ‘acı,’ acının kaynağı, acının yaradılışı. İnsanın doğumundan ölümüne en hakim olanıdır acı, en azından bir hazırlayıcı anlamında, her şeyin başlangıcı ve sonucu, trajedinin hammaddesi. Bugünün uygarlık mitolojisi, acıyı doğuran, ilerlemeci ‘modern insan’. Bilmenin dünyayı nesnel olarak bilmek olduğu, bu yüzden tanımlama işini yapandan bağımsız olduğunu varsayan, sanki bir makinenin kurallarla sınırlı işleyişiymiş gibi gördüğü yaşamı, akılcı, bilimsel evren görüşüne oturtan trajedimiz,
mitolojimizin şiirsel bir bükümü:
Bugün
Gezegenimiz üzerinde
Bitki türlerinin, hayvan türlerinin, insan kültürlerinin
Biyosfer zenginliğinin ve bununla iç içe geçmiş
milyonlarca yıllık organik evrim çeşitliliğinin
Bir benzerini deneyimlemediğimiz
Bir yıkım sürecine dahiliz.
Pek de şiirsel bir nitelik oluşturduğumuz söylenemez. Ne de olsa ‘uygarlığın’ ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve merkezi devletlerle bir salgın gibi yayılan, ilerleyişine ancak ‘öteki’ sandığı bir varoluşu, kültürü, ekosistemi parçalaması ile devam edebilecek kadar çirkinliğin içinden doğan, bizzat kendisinin yarattığı acı içinde kıvranan bir hâl ile yüzleşmek durumunda olan bir mitoloji bu. Bu yanılsamanın çözülüş sürecini, ilham veren önsezileriyle Masanobu Fukuoka açık şekilde şöyle betimliyor;
‘’Bu çöküşün ilk aşaması insan bilgisinin yolda kalması olacak. İnsan bilgisi yalnızca ayırıcı bilgidir. Bu bilginin gerçekten bilinemez olduğunu bilmenin bir yolunu bulamayan insan, bilinemez ve hatalı bilginin birikmesi ve gelişme göstermesi ile her zamankinden daha derin bir kafa karışıklığına gömülür. Şizofrenik gelişiminden kendini kurtaramayan kişi, en sonunda kendi ruhsal dengesizliğine ve çöküşüne neden olur.
İkinci aşama yaşamın ve maddenin yıkımıdır. Bu iki unsurun organik bir sentezi olan yeryüzü insan tarafından parçalanıp bölünüyor. Bu da yavaş yavaş yeryüzündeki doğal dünyayı dengesinden ediyor. Doğal düzenin ve doğal ekosistemin bozulması, madde ve yaşamı kendine has işlevinden yoksun bırakacak. Bu durumdan insan da kurtulamayacak. Ya doğal çevreyle uyumunu kaybedecek ve kendini yok edecek ya da dışarıdan gelecek hafif bir baskıyla, küçük bir iğne ile delinen şişkin bir balon misali, ani bir sona boyun eğecek.
İnsan ne yapması gerektiğini göremez olunca, üçüncü aşama, başarısızlık gelecek. İnsan, doğayı ‘geliştirmekte’ olduğu yönündeki tutumunu korudukça, dünyadaki materyal ve kaynaklar tükenmeye devam edecek. Büyüyen iç çelişkilerin ağırlığıyla, endüstriyel faaliyetler yavaş yavaş duracak ya da politika, ekonomi ve sosyal kurumlarda esaslı değişiklikler başlatacak olan sert dönüşümlere uğrayacak.
Ve insan, bilimsel hakikatin mutlak hakikat olmadığını fark edene ve kafasındaki değerler sistemini değiştirene kadar, körü körüne kendini yok edişe doğru koşmaya devam edecek. Daha sonra onun için, hiçbir şey yapmadan hayatta kalmasını sağlayan bir tutumu kabul etmekten başka yapacak bir şeyi olmayacak. O zaman insanın tek işi, yaşamı sürdürebilmek için en yalın tarım esaslarını uygulamaktan ibaret olacak.’’
Bir başka mitos psikolojisi: İyi yürekli bufalo kartalı, çıktığı yolculukta her kayboluşunda kendini O’na bağlayan kaynaklardan ‘rüzgâr’ı betimlerken;
‘’Çünkü güneşin doğmasıyla, korkuyu benden uzaklaştıran bir gerçeği keşfettim;
Yalnız olmadığımı anladım.
Bir şey duymuştum, ya da daha doğrusu bir şey ‘hissetmiştim’.
Etrafımdaki durgun havada bir hareketlenme gibi önceleri çok hafifti.
Neredeyse belli belirsiz
Ama kendimi o tona verdikçe hafiflik bir sese dönüştü. Yankısı dalgalar hâlinde bana geliyor, ruhuma huzur getiriyor.
Her ne kadar aramızda mesafeler olsa da, ses beni o’na bağlıyor, beni kucaklayacak olana,
Ses benim yoldaşım oluyor, bana ileriye doğru güvenli yolu gösteren bir rehber
Kendimi en yalnız hissettiğim anda, o’na bağlanıyorum… Rüzgâr sayesinde.’’
Temelleri, ihtiyaçların yaşamın kendiliğinden işleyen karşılıklı etkileşim haliyle karşılandığı, yaratıcı doğaya gönülden katılımın yeterli olduğu, bütün bir gezegeni, hatta evreni yaşayan bir bütün, tek bir organizma gibi gören bir inanç içindeki mitoslara dayanan, kendisini tabiata, tabiatı da kendisine armağanmış gibi gören bu kapsayıcı farkındalığa; çağlar boyunca aktarılan sözlü anlatıların derlemeleriyle ulaşıyoruz ve bugünlerde, zamansız hissettiğimiz anlarda birbirimize kalplerimizi açtığımız dostlarımızla bizzat tanık oluyoruz.
Açıktır ki bu oluş hâli, doğası gereği, sonsuz yaratıcılıkla yaşam ve bereket dolu bir gezegene sırf güç ve ekonomik çıkarlar için saldırganca bir tutum gütmez, devamında kendi varoluşuna tehdit oluşturan bir yanılsamayı beslemez. Tam aksine sadece kendi çıkarı için bile olsa toprağa, ormana, suya karşı özenli olmaya, yaratıcı ahengin şarkıcısı, şairi olmaya, birey oluşumuzu açık, naif ve minnettar, biraz içe dönük, toplumsal yapıyla gündelik bağları biraz koparan, buna ilaveten belki de benliği biraz meditasyonla, belki oruçla, belki gönülden kabul ettiği bir acı ile karşılıksız armağan, sevgi ve anlayış yolunu var edebilir.
Geç kalmış olalım olmayalım, elimizde sadece bugün, bu an vardır ve bu bağlamda gerçekten önemli olan şudur ki; artık bilim, felsefe, edebiyat, psikoloji ve sanatın bütün disiplinleri bize yeni bir ideolojinin belli bir ‘hakikatini’ değil de, insan doğası ve kozmos üzerine yeni bir perspektifi, bizzat yaşadığımız vadiyi tutarlı olarak gözümüzde canlandırmamızı sağlayacak yeni bir zirve vizyonunu ulaştırmaya başlamıştır. Ele alınan bu konular üzerine son raddeye kadar tartışma ve uzlaşım fırsatımız olacaktır, çünkü o muazzam armağana, yaratıcı zekaya öz-bilinçli bir şekilde katılma tercihine sahibiz. Bunlar:
Kendimizden bağımsız varsaydığımız nesnel gerçekliğin, ‘gözlemci-gözlenen’ ayrımının, her şeye dahil olan ve her şeyin dahil olduğu ‘katılımcı’ kainatın varlığına dönüşümü.
Olayların birbirlerinden ne açıkça ayırt edilebilir ne de bağımsız olduğu. Bir olaydan diğerine akan açık (tek bir nedene bağlı) bir etki akışının olmadığı, yani bütün ‘şeylerin’ birbirine bağlı olma hâli.
Zamanın ve mekanın bizim yaşantımızın dışında, nesnel, doğrusal ve kesin değil de, döngüsel nitelik taşıması.
Yaşamın Annesinden, Kozmik Okyanus’tan, Kozmik Yumurta’dan, Büyük Rüya’dan, Yüce Dağ Meru’dan, İlksel Deniz’den, Brahman’dan, Zamansız Şemadan, Yaratıcı Zekadan, Kaos’tan veya Tanrı’dan ayrılmış hissettirenle, evrene-doğaya-kendimize yabancılaşmayla sonuçlanıp ‘öteki’ sandığımızı temsil, kontrol, terbiye etmemiz gerektiği yanılsamasıyla, ekosistemlerin istikrarını ve karmaşıklığını azaltmaya yönelik eğilimle, kısacası o bilinmeyeni bilemeyecek olmanın hissettirdiği ‘eksik olma hâli’nin yarattığı nevrozla karşı karşıya bulduk kendimizi. Bir mitos simgesi olan Buda, bu acının alevine ulaşmıştı. Suya sahipti. Fakat suyu içinde tutacak kaplar keşfetmesi gerekti. Biz suyunu bulabilmek adına ipini uzattıkça derinleşen kuyumuza seslenmeye devam ediyoruz. Acıyı şefkatle kucaklayacak bu yüzyılın güzel ruhları şifasını bulsun. Sevgiler.
Ek bilgi;
İklim değişikliğine sera gazı emisyonu artışı neden oluyor. Küresel ısınmaya neden olan bu gaz salınımı enerji, endüstri ve tarım faaliyetlerinden kaynaklanan karbondioksit, metan, nitröz oksit, hidrofluorokarbonlar, perfluorokarbonlar ve kükürt heksaflorür gazlarını içeriyor. Bu gazların salınımındaki artış, dünyada yüzey sıcaklığının artmasına, buzulların erimesine, deniz seviyelerinin yükselmesine, okyanusların asit seviyesinin artmasına ve biyoçeşitliliğin azalmasına neden oluyor. ‘Gelişmiş’ ülkelerin her geçen yıl daha fazla bu gazları salması tarımsal faaliyetlerin yoğun olduğu ülkeleri daha fazla etkiliyor, çünkü gezegenin ekvator çevresi görece sıcak bir iklime sahip ve tarım bölgesi konumunda. Göstergeler şöyle;
– 1993-2016 yılları arasında Grönland’da her yıl ortalama 281 milyar ton buzul eridi. Antartika’nın buzul kaybı son 10 yılda 3 kat artmış durumda. Alp Dağları, Himalayalar, And Dağları, Rocky Dağları dahil olmak üzere Alaska, Afrika ve dünyanın birçok yerinde dağların zirvelerindeki buzullar büyük ölçüde eridi. (Her gün zirvesiyle uyandığım Kaz dağındaki buzun tamamen erime tarihi ise köydaşlarımın dediğine göre her geçen yıl daha erkene çekiliyor.)
– 19. Yüzyıldan bu yana gezegenimizin yüzey sıcaklığı yaklaşık 1, okyanusların sıcaklığı da yüzeyden 700 metre derinliğe kadar 0,2 arttı.
– Küresel deniz seviyesinde ise geçtiğimiz yüzyıldan bu yana 20 cm’lik bir yükselme ölçüldü, son 20 yılda yükselme hızının iki kat arttığı ve gittikçe hızlandığı gözlemleniyor.
– Sanayi Devrimi’nden bugüne okyanusların asitlenme seviyesi %30 arttı. Bu artışın nedeni, okyanusun en üst tabakası tarafından emilen karbondioksit miktarı ve bu emilim her yıl yaklaşık 2 milyar ton artıyor. Atmosferdeki karbondioksit seviyesinin 1950 yılından bu yana nasıl korkutucu bir yükseliş gösterdiğini araştırabilirsiniz.
Oğuz Gürsel