Japonya’nın Şikoku Adası’ndan gelen, Ekin Sapı Devrimi’nin yazarı çiftçi ve filozof Masanobu Fukuoka, hayata 16 Ağustos 2008’de, doksan beş yaşında veda etti. Ölümünden birkaç yıl öncesine kadar tarımla uğraşmayı ve konferanslar vermeyi sürdürdü. Ekim 2007’de sağlığı bozulmaya başlayan Fukuoka, Ağustos 2008’de doktorundan tedaviyi bitirmesini istedi. Bundan bir hafta sonra, Obon festivali başladı. Ataların ruhunun yeryüzüne indiği, köylülerin kutsal mezarlarla ilgilendiği, ailelerin dinlendiği, çocukların yaz güneşinin altında oyunlar oynadığı bu festival üç gün sürüyordu. Ataların ruhlarının şarkılar ve havai fişeklerle uğurlandığı bu üçüncü akşam, Fukuoka Usta hayata gözlerini yumdu.
Masanobu Fukuoka 1988 yılında Ramon Magsaysay Kamu Hizmeti Ödülü’nü kazanmıştı. Aşağıdaki biyografi 31 Ağustos 1988’de Manila – Filipinler’de yapılan ödül sunumundan alınmıştır.
Masanobu Fukuoka Japonya’nın Şikoku Adası’nda, 2 Şubat 1913’te dünyaya geldi. Doğum yeri Iyo, Batı sahilinde, Matsuyama şehrine yirmi beş kilometre uzaklıkta küçük bir kasabaydı. Fukuoka’nın ailesi yüzyıllardır bu topraklarda yaşıyordu. Iyo’nun Matsuyama’ya bakan eteklerinde babası Kameichi Fukuoka, mandalina ağaçları yetiştiriyordu. Bu meyve bahçeleri, altında uzanan geniş pirinç tarlaları ile birlikte, Kameichi’yi civardaki en büyük toprak sahibi kılmaktaydı. Kameichi sekiz yıl okumuştu – bu o dönem için oldukça uzun bir süreydi. Yerel halk onu defalarca belediye başkanı seçmişti.
Fukuoka’nın annesi Sachie Isshiki Samuray soyundan geliyordu, o da eğitimliydi. Fukuoka’nın katı ve lükse izin vermeyen babasının aksine, annesinin sakin bir yaradılışı vardı. Her şeye rağmen, Fukuoka rahat bir çocukluk geçirdiğini söylerdi. Ailenin pirinç tarlalarını kiracılar sürerdi. Altı çocuğun ikincisi ve oğlanların en büyüğü olduğundan Fukuoka’nın tek görevi her gün okuldan sonra odun toplamaktı.
Aile Budistti, fakat etkileri Iyo bölgesinde görülmeye çoktan başlamış olan Hıristiyanlığa karşı da hoşgörülüydü. Fukuoka Şinto tapınakları ile Hıristiyan sembollerinin iç içe geçmiş görüntüsüne çocukluğundan beri alışkındı, kendisi de yıllar sonra iki kızını misyoner okullarına gönderecekti.
Fukuoka eğitimine Iyo’nun yerel ilkokulunda başladı, ancak ortaokul ve lise için Matsuyama’ya gitti. Bu nedenle Fukuoka birkaç yıl boyunca her gün bisikletini Iyo İstasyonu’na sürer, şehre giden trene biner ve kalan yarım saatlik yolu yayan giderdi. İyi bir öğrenci olmadığından ve öğretmenlerini çileden çıkardığından bahsederdi. (Bir gün yaramazlıklarına kızan müzik öğretmeni köydeki tek orgu öyle sert fırlatmış ki org kırılmış.) Dersler ilgisini fazla çekmese de, ona beş gerçek arkadaş edinmesini, böylece öldüğünde mezarında ağlayacak beş kişinin olacağını salık veren edebiyat öğretmeni Fukuoka’yı derinden etkilemişti.
Fukuoka’nın aile çiftliğini devralması beklendiğinden, babası onu merkez ada Honşu’ya, Nagoya yakınlarındaki Gifu Ziraat Akademisi’ne gönderdi. Gifu, öğrencilere geniş ölçek çiftçiliğin modern tekniklerinin öğretildiği üç yıllık bir devlet üniversitesiydi. Vaktini binicilikle ve aylaklıkla geçirmesi ile Fukuoka, diğer öğrencilerden bir kez daha ayrılıyordu. Öğrenim hayatı genellikle tembellik ve sorumsuzlukla geçti. Buna karşın 1932’de, Japonya Mançurya’yı ele geçirdiğinde, krizin kapıya dayandığı hissi okula da yayılmaya başlamıştı. Fukuoka ve öğrenci arkadaşları artık yoğun ordu eğitimlerine katlanmak zorunda kalmışlardı ve bundan nefret ediyorlardı.
Gifu’da, seçkin Profesör Makoto Hiura’nın altında çalışan Fukuoka, bitki patolojisinde uzmanlaştı. Hiura’nın ofisinde, muhabbet etmek ve profesörün araştırmalarına katkıda bulunmak için toplaşan öğrenciler arasında yakın arkadaşlar kazandı.1933’te mezun olduğunda iş bulmak epeyce zor olduğundan, Hiura, Fukuoka’yı araştırmalarına Okayama Vilayeti Zirai Uygulamalar Merkezi’nde devam etmesi için ikna etti. Bir sonraki yıl, Hiura ona Yokohama Gümrük Ofisi’nde bir pozisyon buldu. Fukuoka burada Bitki Müfettişliği bölümüne atandı.
Şehir limanına bakan bir tepeye tünemiş laboratuvarında, Fukuoka ithal edilmiş meyve ve sebzelerdeki hastalıkları, mantarları ve böcekleri araştırdı. Vaktini kendi deyimiyle ‘doğanın mikroskop merceği ile gözler önüne serilen dünyasına hayran kalarak’ geçirdi. Her üç günde bir gelen bitkileri doğrudan incelerdi. Boş zamanlarında şehir hayatının keyfini çıkarırdı, birkaç kez âşık oldu. Yokohama’daki üçüncü yılında tüberküloza yakalandı. Hastaneye kaldırıldı, tedavi gereği buz gibi soğuk havaya maruz kaldı. Arkadaşları hastalığın bulaşacağı korkusuyla kendisinden kaçar oldu. Odanın dayanılmaz soğukluğu, hemşirelerin bile ateş ölçümünü hızla bitirip kaçışmalarına neden oldu. Hasta ve yalnız kalan Fukuoka, ölüm korkusunu tattığında yirmi beş yaşındaydı.
Sonunda iyileşip işine geri dönmesine karşın ölüm ile burun buruna kalışının etkisinden sıyrılamıyor, yaşam ve neyin anlamlı olduğu üzerine takıntılı bir hâlde kara kara düşünüyordu. Bir gece, yalnız çıktığı uzun bir yürüyüşte bir tepeden Yokohama’ya doğru bakarken, bir yamacın kenarına yaklaştı ve aşağı düşüp ölse ne olacağını düşündü. Annesi arkasından ağlardı elbette, ama başka kim vardı? Beş gerçek arkadaş kazanmayı başaramadığını düşünerek bir karaağacın altında uyuyakaldı.
Şafak vaktinde, bir balıkçılın sesine uyandı. Güneşin doğuşunu sabah sislerinin arasından izledi. Kuşlar cıvıldıyordu. O anda, bir esin ile Fukuoka farkına vardı: “Bu dünyada hiçbir şey yoktur.” Hayat hakkında endişe duymanın hiçbir anlamı yoktu. Daha sonra yazdığı üzere, bir anda “hayata dair tutunduğu tüm kavramların birer uydurma olduğunu fark etmişti. Tüm acıları birer illüzyon gibi ortadan kaybolmuş, ‘gerçek doğa’ olarak adlandırılabilecek bir şey tüm bereketiyle açığa çıkmıştı.”
Fukuoka, yeni bir yaşama hızla yelken açtı. Hemen sonraki gün işinden istifa etti ve neşe içinde, hedefi olmayan bir yolculuğa çıktı. Denizi dolaştı, Tokyo’ya, Osaka’ya, Kobe’ye, Kyoto’ya ve son olarak güney adası Kyuşu’ya gitti. Aylarca –kaç ay olduğunu Fukuoka’nın kendisi de bilmiyordu– aldığı tazminata ve ‘her şey anlamsızdır’ inancını hevesle yaydığı insanların cömertliğine bel bağlayarak yaşadı. İnsanların onu acayip bir tip olarak görüp başlarından savmasıyla Fukuoka evine döndü ve dağ yamacındaki basit bir kulübeye çekildi. Babasının bol meyve veren mandalina bahçesi ona emanet edilince Fukuoka’ya bu esini pratik bir teste tâbi tutmak için bir fırsat doğmuştu –hiçbir şey yapmayacaktı!
Her şeyin doğal akışına bırakılması gerektiğinden emindi, titilikle budanmış meyve ağaçlarını doğanın takdirine teslim etti. Bunun sonucunda böcek istilâlarına, dalların birbirine girmesine ve bahçenin solup gidişine seyirci kaldı.
Babasının yitip giden bahçesi, Fukuoka’ya doğal tarımın ilk önemli dersini verdi: Tarım uygulamalarını aniden değiştiremezsiniz, bir kez insanların müdahale edip yetiştirdiği ağaçlar bakımsızlığa adapte olamaz.
1939’da, Japonya’nın yurtdışında gittikçe artan askerî yayılışı, Fukuoka’nın kırsal yaşamını sekteye uğrattı. Fukuoka’nın alışılmadık davranışlarının ailesini endişelendirmesinin yanı sıra, belediye başkanının oğlunun tepede ‘gizlenmesi’ uygunsuz görülmeye başlamıştı. Bu dönemde, Koçi Vilayeti Zirai Uygulamalar Merkezi Bitki Hastalıkları ve Böcek Kontrolü Araştırma Şefliği yapması için kendisine teklif geldi. Babasının isteğine uyan Fukuoka teklifi kabul etti. Şikoku adasının diğer tarafındaki Koçi’ye taşındı ve sonraki beş yıl orada kaldı.
Koçi’de Fukuoka ve iş arkadaşlarından, savaş dönemi besin üretimini bilimsel tarım teknikleri ile arttırmaları bekleniyordu. Araştırmalara odaklanırken, Fukuoka aynı zamanda çiftçilere kimyasal tarımı tavsiye ediyor ve yerel bir gazetenin ‘çiftçilik önerileri’ köşesinde yazıyordu. Kendi başına ise karşılaştırmalı çalışmalar yapıyordu. Yoğun gübreleme ve böcek zehri ile yetiştirilen ekinleri kimyasal madde kullanılmadan yetişen ekinler ile karşılaştırdığı bu çalışmalarda, verimlilikte herhangi bir fark olmadığını görmüştü. Gübrenin ve zehirlerin kullanımı daha kârlı gibi gözükse de, elde edilen kâr bu ürünlerin maliyetini aşamıyordu. Böylelikle Fukuoka, doğal tarımın kimyasal kullanılan tarıma olan üstünlüğünü Koçi’de kanıtlamış oldu. ‘Hiçbir şey yapmamak en iyisidir’ esinine bir şeyler inşa etmeye başlayan Fukuoka’nın burada gerçekleştirdiği çalışmalar, hayatı boyunca yapacağı işlerin bilimsel temeli oldu.
İzin günlerinde ve tatillerde, Fukuoka Iyo’daki ailesini ziyaret ederdi. Bu ziyaretlerden birinde, 1940 yılının kış mevsiminde, mahallenin çöpçatanı Fukuoka’yı altı farklı genç kadınla tanıştırdı, bunlardan biri Fukuoka’nın oldukça hoşuna giden ve onunla evlenmeyi kabul eden Ayako Higuchi’ydi. Baharda evlendiler. Beş çocuklarından ilki, kızları Masumi, evliliklerinden bir sonraki yıl doğdu. Masumi’yi oğulları Masato ve diğer üç kızı Mizue, Mariko ve Misora takip etti.
Koçi’de, evinden ve savaş alanından uzakta, Fukuoka savaş ve barış hakkında uzun uzun düşünüyordu. Bir gün, fikirlerinin taslağını ABD başkanına mektup olarak göndermek üzere bir kâğıda döktü. Mektubu postalayıp postalamadığını hatırlamadığını söylüyor. Daha sonra, Mu: The God Revolution kitabında doğada hayvanların arasındaki çatışmaları insanlar arasındaki savaşla karşılaştırdı ve yalnızca insanların sevgi ve nefret ile savaştığını, hakiki vahşetin de bu çatışmalarda yattığı sonucuna vardı. Zen Budizm geleneğinin bir parçası olarak, sevgi ve nefretin aynı madeni paranın iki yüzü olduğuna inanıyordu: İkisi de yalnızca insana hastı ve birer yanılsamadan ibaretti. Fukuoka son tahlilde, insanların sevgi dediklerinin kişinin kendini sevmesinden başka bir şey olmadığı sonucuna varmıştır.
Savaşın çaresiz son aylarında, Fukuoka da askerliğe alındı. 1945 yılında Mayıs’tan Ağustos’a dek süren görevi, kendi vatanı olan adanın savunmasını hazırlamak için palanka inşasına yardım etmekti. İyi bir asker olabilmek için elinden geleni yaptığını söylemesine karşın, geri dönüp düşündüğünde askerliğin ‘insanın tüm aklî melekelerini kaybedip bir solucandan farksız hâle geldiği yer’ olduğunu fark etmişti, savaşın en kötü yanının bu olduğunu düşünüyordu. Savaşın ani bitişi onu ‘heyecanlandırmıştı’. Fukuoka ve diğer askerler silâhlarından imparatorun krizantem mührünü kazıdılar, tüfeklerini bir kenara atıp ve evlerine döndüler.
Japonya’daki İttifak İşgalinin ilk ayları oldukça travmatikti. Fukuoka’nın babası gibi yerel memurlar ofislerinden uzaklaştırıldılar ve Ekim ayında işgalci güçlerin başı General Douglas MacArthur, toprak reformu ilan etti. Fukuoka’nın babası, hayatını o güne dek refah içinde bir toprak ağası olarak yaşamış olmasından duyduğu vicdan azabıyla gerekenden daha da fazla toprağı elinden çıkardı. Böylece ailesine bir buçuk dönüm kadar bir pirinç tarlası kaldı. Reform yalnızca pirinç tarlalarına uygulandığı için tepedeki meyve bahçeleri hala onlarındı. Burada Fukuoka, doğa ile tümüyle birleşmiş bir tarım yolu arayışına bir kez daha sarıldı.
Önceki çiftçilik deneyimlerinden öğrendiği şey, bir kez müdahale edilen hiçbir alanın doğal kalamayacağıydı. Meyve bahçeleri doğal değildi ve budanmaya alışmış ağaçlar budanma bir anda bırakıldığında iyi meyve veremez hâle geliyordu. Fukuoka, ‘hiçbir şey yapmadan’ bitki yetiştirmek için belirli çabalar sarf edilmesi gerektiğini fark etti. Amacı, doğal olandan mümkün olduğunca az sapmış, gıda üreten bir çevre oluşturmaktı.
Bu amaca nasıl ulaşacağını öğrenmek için, ‘zihnini boşalttı ve doğadan kavrayabildiği kadarını kavramaya çalıştı’. Bu nedenle birkaç yıl boyunca, sahip olduğu toprak parçasında hangi bitki ve hayvanların kendiliğinden yaşayabildiğini gözlemledi. Meyve, sebze ve ağaç tohumlarını rastgele dağıttı ve kiminin köklerini salarak serpilmesini, kimininse solmasını izledi. (Selvi, sedir ve portakal bahçenin en zengin topraklarında; vişne, şeftali, armut ve erikler ise daha ince topraklarda yetişti.) Deneme ve yanılma ile ilerleyerek, pasif bir çiftçilik yaptı. ‘Bunu yapsam nasıl olur?’ yerine ‘Bunu yapmasam nasıl olur?’ diye sordu. Geçen yıllar, Fukuoka’nın doğal tarıma dair esas düşüncesini destekliyordu. Ekolojinin gitgide doğal haline döndükçe, yaptığı müdahaleler de iyice azaldı; müdahaleler azaldıkça toprak daha iyi yanıt vermeye başladı. İşte bu yüzden, Fukuoka’nın deneyimlerinin bir özeti olan ‘Doğal Tarımın Dört İlkesi’, nelerin yapılmaması gerektiğinden oluşan bir liste hâline geldi.
– Toprak kendi kendini işler. Köklerin, solucanların ve mikroorganizmaların daha iyi yaptığı bir şeyi insanın yapmasına gerek yoktur. Dahası, toprağı sürmek doğal çevreyi kısırlaştırır ve yabanî otların yayılmasına neden olur. Bu yüzden, ilk prensip şudur: “Toprağı sürmek yok.”
– İkincisi, müdahale edilmeyen doğal bir çevredeki bitki ve hayvanların büyüme ve çürüme döngüleri, toprağı herhangi bir insan müdahalesi olmadan verimli hâle getirir. Verimlilik düşüşü, toprakta yetişen esas örtünün yerini toprağı yorup tüketen ekinler ya da hayvan otlatmak için yetiştirilen çimenler aldığı zaman gerçekleşir. Kimyasal gübreler büyüyen bitkilere yardımcı olsa dahi toprağa yaramaz ve toprak kötüleşmeye devam eder. Kompost ya da tavuk gübresi bile bir gelişim sağlamaz, hatta tavuk gübresi pirinçlerin hastalanmasına yol açabilir. Dolayısıyla Fukuoka’nın ikinci ilkesi şudur: “Kimyasal gübre ya da hazır kompost kullanmak yok.” Bunun yerine Fukuoka, yonca ya da alfaalfa gibi doğal gübre olan örtü bitkilerini kullanmayı teşvik eder.
– Her yerde yabanî ot çiftçinin düşmanıdır. Fukuoka ise toprağı sürmekten vazgeçtiğinde bu otlarda ciddi bir düşüşün gerçekleştiğini gözlemledi. Bunun nedeni toprak sürüldüğünde derinlerdeki yabanî ot tohumlarının yukarı çıkması ve çimlenme şansını bulmalarıydı. Dolayısıyla toprağın işlenmesi bir çözüm değildi. Kimyasal tarım ilaçları kullanarak bu otları öldürmekse doğanın dengesini bozuyor, toprağa ve suya zehir karışmasına neden oluyordu. Bunlardan çok daha basit bir yol vardı. Öncelikle, yabanî otlardan tamamen kurtulmaya gerek yoktu. Yeni ekili toprağa ekin sapları atarak ve örtü bitki tohumlarını atarak bu otlar başarıyla bastırılabilirdi. Dikkatle zamanlanmış ekimler ile iki ürün arasındaki zaman dilimini kısaltmak önemliydi. “Toprağı sürerek ya da tarım ilacı kullanarak yabanî ot temizliği yok.” Fukuoka’nın üçüncü ilkesi.
– Son olarak, haşerelere karşı ne yapmalı? Fukuoka’nın tahıl tarlaları ve meyve bahçeleri farklı tür bitkilerin birbirine karışarak çoğalmalarıyla doğal ekolojiye yaklaştıkça, küçük hayvanlar için de doğal olana benzeyen bir habitat oluştu. Doğanın kendi dengesi bir türün diğerlerine üstünlük sağlamasına engel oldu, böcekleri kurbağalar, kurbağaları yılanlar yedi ve döngü böyle devam etti. Dahası, böcekler ve hastalıklar en zayıf bitkiye saldırdığı için daha güçlü olanın meyve vermesi sağlanmış oldu. (Fukuoka’nın dediğine göre böceklerin saldırdığı bir tarlanın kendi hâlinde kalandan daha fazla ürün verdiği de olmuştur.) Her ne kadar kimyasal çözümler böceklerle ve bitki hastalıklarıyla savaşıyor gibi gözükse de kullanımları uzun vadede oldukça tehlikelidir. Yarattıkları kirlilik bir yana, güçsüz ve sadece kimyasala bağlı bir şekilde hayatta kalabilen bitkilerin yaşamasına neden olurlar. Doğa güçlü olanı yeğler. Fukuoka’nın dördüncü ilkesi şudur: “Kimyasal böcek zehirleri kullanmak yok.”
Fukuoka eleme yoluyla doğal tarım yöntemlerini dönüştürdü. Yol boyunca suda bırakma işleminden ve tohumları toprağa düzenli bir şekilde gömmekten de vazgeçti. Birçok Japon çiftçinin âdet edindiğinin aksine sapları doğrayarak tarlaya özenle yaymayı bıraktı. Saplar toprağa rastgele atıldığında en iyi sonucun alındığını gördü. Bu yollarla Fukuoka geleneksel Japon çiftçiliğinin sanatsal düzenini ve modern metotların sistematik disiplinini geride bırakarak doğal büyümenin hırpanî coşkusuna yöneldi.
Fukuoka’nın doğrudan ekim yapması, bitkileri ‘yetiştirmeye’ çalışmaması, uyguladığı kış tahılı ve pirinç rotasyonu onun ilkelerinin birer örneğini oluşturdu ve doğal tarımın aynı anda hem basit hem de karmaşık olduğunu gösterdi. Sonbaharda, pirinçler olgunlaştığında, Fukuoka kış tahılı (çavdar, arpa ya da buğday), beyaz yonca ve pirinç tohumlarını esmerleşmeye başlamış sapların arasına dağıtırdı. Ekim ayında pirinç hasadı yapıldıktan sonra sapları tarlaya dağıtırdı. Bu sayede hem tohumlar korunmuş, hem de yabanî otlar bastırılmış olurdu. Yonca ve kış tahılı kısa sürede malçın içinden büyümeye başlar, pirinç bahara dek uykuda kalırdı. Takip eden aylarda tahıl sapları yoncaların arasından yükselir, tahıl Mayıs ayında olgunlaşırdı. Fukuoka sapları keser, kurumaları için tarlaya yayar, daha sonra harmanda dövüp ayıklar ve tahılları çuvallara koyar, sapları ise tarlaya geri dağıtırdı.
Daha sonra, tarlayı kısa bir süre su getirirdi, böylece yoncalar ile diğer otların baskılanmasını ve pirinç tohumlarının çimlenmesini sağlardı. Su tarladan çekildiğinde yonca eski hâline geri döner ve pirinçlerin arasında hevesle büyürdü. Ağustos geldiğinde Fukuoka tarlayı bir kez daha sulardı. Ekim ayında, her şey geleneksel Japon aletleriyle yapılmak kaydıyla, döngü yeniden başlardı.
Fukuoka’nın temel aldığı ve saflaştırdığı uygulamaların yüzyıllardır süren Japon tarımına ait olduğunu unutmamak gerek: Pirinci takip edecek ekinleri ve kış tahıllarını toprağın zenginliğini tüketmeden yetiştirmek. Büyük farklılıklar ise pirinç fidanlarının geleneksel tarımdaki gibi su yataklarında yetişiyor olmayışı ve yabanî otların ayıklanmaması. Ekin sapları toprağı zenginleştirdiği, çimlenmeyi hızlandırdığı, kuşları kaçırdığı ve fazla buharlaşmaya engel olduğundan; Fukuoka için olduğu gibi, geleneksel çiftçiler için de her zaman temel bir malç olmuştur.
Fukuoka’nın toprağı sürmemesinin ve tohumları gömmeden doğrudan saçmasının yarattığı bir sorun, korunmasız kalan tohumların kuşlara ve diğer hayvanlara yem olmasıydı. Tohumları hâlihazırda orada bulunan bitkilerin ve sapların arasına atmak kuşların gelmesine engel olsa da ortada köstebek, sümüklüböcek, cırcırböceği ve fareler gibi sorunlar vardı. Yıllar boyunca Fukuoka tohumları kil ile kaplayarak böcek ve kemirgen saldırılarını önledi. Tohumları bu şekilde kil bilyelerde saklamak her zamankinden daha yağışlı dönemlerde çürümelerine de engel oldu. Yine de, hayvanlar âleminde doğal bir denge yakalamayı başaran Fukuoka son dönemlerde tohumları kille kaplama ihtiyacını nadiren duydu ve bir görevi daha elemiş oldu.
Fukuoka otuz yıldan uzun bir süre boyunca tahıl yetiştirme metotlarını saflaştırdı. Ziraî uzmanların eleştirilerine karşın Fukuoka’nın dağınık, doğal olarak sulanan (yılda 1000-1500 mm arası yağış alan) tahıl tarlaları; son teknolojiler ile intansif tarım yapılan tarlalar kadar, hatta bazen onlardan daha fazla ürün veriyordu. Bunun yanı sıra, toprağı da gitgide zenginleşti.
‘Özenli ihmal’ düzeniyle meyve bahçeleri de serpilip gelişiyordu. Daha önce deneyimlediği üzere bir kez işlenmiş bahçeyi tamamen kendi hâline bırakmak feci sonuçlar yaratıyordu. Tepedeki meyve ağaçlarının gelişebilecekleri doğal bir çevreyi en az budamayla, dört ilkeye sadık kalarak onarmak gerekiyordu. Tahıl tarlalarında olduğu gibi yıllar süren deneme ve yanılmanın sonunda Fukuoka, ‘hiçbir şey yapmadan’ mandalina ve diğer meyveleri yetiştirmeyi başardı.
Savaştan döner dönmez ilgilenmeye başladığı babasının yedi dönümlük alana yayılmış (daha sonra kırk dönüme çıkan) mandalina bahçesinde, Fukuoka iki temel mesele ile karşı karşıyaydı: İlki yapay gübre kullanmadan toprak verimliliğini nasıl arttıracağı, ikincisi ise budanmaya alışmış bu ağaçları bir gün belki de budanmaya gerek duyulmayacak şekilde doğal formlarına nasıl döndüreceğiydi.
Verimliliği sağlamak için Fukuoka, örtü bitkilerinin (yeşil gübre) killi toprağı iyileştirecek en iyi seçenek olacağı öncülüyle ilerledi. Birçok farklı çimen, turpgil ve baklagil tohumunu karıştırıp tarlaya dağıttı ve büyümelerini dikkatle inceledi. Zaman içerisinde beyaz yonca en çok kullandığı örtü bitkisi hâline geldi. Beyaz yonca hem yabanî otları bastırıyor ve toprağı zenginleştiriyor, hem de meyve ağaçları ile nem ya da mineral yarışına girmiyordu. Üstelik altı ilâ sekiz yılda bir kez ekilmesi yeterli oluyordu. Acı bakla, alfaalfa ve dikenli yonca ise Fukuoka’nın örtü bitkilerinde ikincil tercihleriydi.
Monokültürden (bir tarlada yalnızca bir tür bitkinin yetiştirilmesi) uzaklaştıkça, toprağı daha verimli hâle geldi. Kökleri toprağın daha derin tabakalarına kadar nüfuz eden akasya ve mersin ağaçları dikerek toprağın gevşemesini, fosforik asit ve azot gibi bileşenlerin açığa çıkmasını sağladı. Ağaçları çalılıklar ve tırmanan asmalarla iç içe dikti. Mandalina ağaçları çoğunlukta olsa da, zaman içerisinde ağaçlar, çalılar ve sebzelerden oluşan bu üç boyutlu botanik bollukta pek çok farklı meyve ağacı büyüdü. Bu süreçte sert ve kırmızı killi toprak gitgide gevşemeye, koyulaşmaya ve toprak solucanlarını çekmeye başladı.
Fukuoka toprağın bu şekilde iyileştirmenin uzun bir süreç olduğunu biliyordu. Beş-on yıl içinde, on beş santimetre kadar humuslu toprak bir ihtimal oluşabiliyordu. Yine de bu koşullar altında büyüyen ağaçlar sürekli bakımı yapılan ağaçlara göre çok daha uzun yaşıyordu. Ağaçların büyümesi, meyvelerin kalitesi ve miktarı ölçüt alınarak karşılaştırma yapıldığında, yıllar süren doğal tarım uygulaması bilimsel tarımın her kulvarda önüne geçiyordu. (‘Kalite’ sözcüğüyle Fukuoka, kendi ‘kalite’ tanımını kastediyordu. Doğal Tarımın Yolu adlı kitabında insanları ahbaplarının tadını beğendiği besinleri değil, ‘doğanın seçtiklerini’ yemeleri konusunda sayfalarca teşvik ediyordu.)
Budama konusunda Fukuoka, bir meyve ağacının bir kez budandıktan sonra sonsuza dek budanması gerektiğini öğrenmişti. Bunun sonucunda, ağaçları doğal hâllerine geri döndürecek bir budama metodu geliştirmeye karar verdi. Bir portakal ya da vişne ağacının doğal görüntüsünün neye benzediğini keşfetmek kolay değildi, doğal olduğu düşünülen ağaçların çoğu bir süre budandıktan sonra kendi hâline bırakılmış ağaçlardı. Esasen tüm meyve ağaçları insanlar tarafından işlendiği ve çoğu melez tohumlar verdiği için, Fukuoka ‘gerçekte kimsenin tümüyle doğal bir meyve ağacı göremediği’ sonucuna vardı.
Ağaçların doğal şekillerini keşfedebilmek için Fukuoka, başka ağaç türlerinin ormanda yabanî bir şekilde nasıl büyüdüğünü inceledi. Örneğin ormanda büyüyün çamların ve sedirlerin gövdeleri düzdür, tüm yaprakların güneş alabilmesi için dallarının arasında boşluklar vardır. Fukuoka, ideal koşullar altında, ağaç ister büyük ister küçük olsun; her yaprağın, her filizin, her dalın belirli bir düzen ile büyüdüğünü ve hiçbirinin bir diğerinin önünü kesmediğini savunuyordu.
Bir süre sonra Fukuoka farklı portakal türleri, kestane, armut, Trabzon hurması, elma ve Malta eriği gibi pek çok ağacın doğal formunu ‘hatırı sayılır bir kesinlikle’ belirlemeyi başardı. Dikkatle ve özenle budayarak ağaçların bu forma uymasını sağladı.
Fukuoka’nın meyve ağaçlarının gelişimlerine müdahalesi, geleneksel bahçıvanlarınkinden oldukça farklıydı. Laboratuvarlar bir ağacı daha çok meyve alınacak ve hasadı hızlandıracak şekilde biçimlendirmeye çalışırken, Fukuoka ağaçların doğanın kendi tasarımına geri dönebilmelerine yardımcı oluyordu. Ağaçlar doğal hâllerine yaklaştıkça ve büyümeleri için daha fazla alana sahip olduklarında, budanmaya duydukları gereksinim azaldı. Fukuoka müdahalelerini gitgide azalttı ve bahçenin kendi kendini yetiştirmesine izin verdi.
Bu üç katmanlı bahçe ekosisteminin önemli bir parçası ise yarı-yabanî büyüyen sebzelerdi. Fukuoka’nın ekim yöntemi yoncalar, otlar ve ağaçlar arasında kendi kendilerine büyümeleri için tohumları rastgele dağıtmaktı. Burada da en önemli şey, samimi bir farkındalıkla doğayı örnek almaktı. Deneme ve yanılmayla, hevesli gözlemlerle, Fukuoka ekosisteme sebzeleri dâhil etmenin doğru yolunu ve zamanını öğrendi. Örneğin, kış sebzelerini ekmek için yabanî yaz otlarının kurumasını beklerdi. Arkasından gelen güzel bir yağmurdan sonra çimenleri keser, sebze tohumlarını dağıtır ve taze kesilmiş çimenleri bunların üzerine örterdi. Tohumlar malçın arasında güvenli bir şekilde filizlenir ve yabanî otları bastırmalarını sağlayacak avantajı elde ederdi. Fukuoka sebzeler kendi kendilerine rekabet edecek hâle gelene dek bu metodu uygulamaya devam etti. Benzer şekilde, yaz sebzelerini de kış otlarının dinçliğinin azaldığı dönemde ekti. Tohumların bir kısmını tavuk ve kuşların yemesine karşın çoğu hayatta kaldı ve filizlendi.
Bazı sebzeler yardıma daha çok ihtiyaç duyuyordu. Fukuoka domates ve patlıcanları dikmeden önce tohum yatağında yetiştirirdi. Havuç ve ıspanak gibi çimlenmesi zor tohumları ıslatır ve kompost ile birlikte bilye haline getirirdi. Yine de bitkiler bir kez boy vermeye başladıktan sonra herhangi bir bakım yapmazdı. Domatesler tarlada özgürce yayıldı; salatalık, kavun ve kabaklar bambuların ve köşeye atılmış ağaç dallarının üzerinde gezindi. Fukuoka sebzelerin yarı-yabanî bir doğada hevesle büyüdüğünü gözlemledi. Bir kez dikilen diken kabağı yüz metrekareye yayılabilir ve altı yüze kadar meyve verebilirdi. Dahası, bir kez başladıktan sonra çoğu sebze her yıl ürün veriyordu: Sarımsak, Japon inci soğanları, Çin pırasaları, patates, gölevez… Hasat edilmediklerinde Japon turpları, havuçlar ve şalgamlar kendilerini tekrar tohumlayarak Fukuoka’nın güçlü tatlarının yabanî atalarından geldiğine inandığı ürünler verdi. Yarı-yabanî yetişen sebzelerin tatları bakım yapılanlardan daha ‘inceydi’. (Buradaki soru, elbette, tüketicinin alışageldiği tatlardan daha ince ya da güçlü tatları olan sebzeler yemek isteyip istemeyeceği.)
Koçi Vilayeti Zira Uygulamalar Merkezi’ndeki görevi sırasında da fark ettiği gibi Fukuoka, küçümsediği ve sıklıkla eleştirdiği büyük ölçüde bürokratlaşmış gıda otoritelerinin ve diğer bilim insanlarının ilerlediği yola tam zıt yönde yürüyordu.
1970lere gelindiğinde, ticarileşmiş bilimsel tarım Japon kırsallarını adeta ele geçirmişti. Kendi aileleri ve mahalle pazarları için besin üreten çiftçiler, kendilerini modern tarım şirketlerinin yarattığı karmaşık bir ağa dolanmış buldu. Kısa vadede büyüyen Japon nüfusunu doyurmak, uzun vadede ise varlıklı şehirlilerin isteklerini karşılamak için son teknoloji ile oluşturulmuş yüksek verimliliğe sahip tahıl, meyve ve sebzeleri yetiştirmek; bunları sağlamak için de gereken böcek zehirlerini, gübreleri ve tarım ilaçlarını satın almak zorunda kaldılar. Market için ‘mükemmel’ meyve ve sebzeleri üretebilmek adına çiftçiler boya, balmumu ve koruyucu kullanmayı öğrendi. Tarımla uğraşan insan sayısı hızla azaldı, çiftlikler küçük birer fabrikaya benzemeye başladı. Bu dönemde, devletin desteklediği tarımbilimciler; çiftçilere yeni bir haşere istilasının, yeni çıkan vebaların ve son moda tüketici isteklerinin bir adım önünde olabilmeleri için en son ürettikleri tohumları sattılar.
Bu devasa dönüşümün ortasında, Fukuoka’nın tarla ve bahçeleri ilkel ve alâkasız gözüküyordu. Aslında bu oldukça doğru bir yorumdu, çünkü Fukuoka fikir ve deneyimlerini tarım dergilerinde ya da forumlarda paylaşsa da köyünün dışındaki insanlarla fazla temas kurmuyordu. Kendi tabiriyle ‘kaybolmuş bir cennetin topraklarını süren amatör bir çiftçinin yolunda’ ilerlemeye kendini adamıştı.
Bu tür bir hayat, tüm tatmin ediciliğine rağmen Fukuoka’ya huzur getirmedi. O dönemleri ‘Kendi aileme karşı bile kavgacı bir tutumum vardı’ diye hatırlıyordu. Japonya’nın paldır küldür endüstrileşen tarım politikasının yalnızca müsrif ve gereksiz olduğunu değil, aynı zamanda dünyayı belki de geri dönülemeyecek bir yıkıma sürüklediğini düşünüyordu. 1970lerin ortasında, bu inancı onu insanlara ulaşabilmek için felsefesini açık ve kesin bir şekilde ifade etmeye itti.
1975’te yazdığı Ekin Sapı Devrimi isimli (Shizen Noho Wara Ippon no Kakumei – 1978’de One Straw Revolution ismiyle İngilizce’ye çevrildi) kitap, Fukuoka’nın 30 yıllık tecrübesinin saf bir özeti oldu. Doğal tarımın yalnızca ilkelerini anlatmakla kalmayıp, daha büyük meselelerle olan ilişkisini de açıkladı. Bu kitabın taşıdığı mesaj oldukça güçlüydü: Aklının cazibesine kapılan ve doğayı ele geçirebileceğini düşünen insanlık, kendisini oldukça tehlikeli bir yola sokmuştu. Kısa vadede, kimyasallarla yürütülen bilimsel tarımın bolluk getirdiği inkâr edilemezdi. Ancak doğanın işine karışan, makinelerle ve kimyasallarla doğaya müdahale eden bu tarım yolu uzun vadede geri tepecekti. Zaman içerisinde doğanın kendi verimliliği yok olacak, erozyon baş gösterecek, nehirler ve denizler kirlenecek, toprak ise böcek zehirleri ve sunî gübreler ile zehirlenecekti. Bereketli ve güçlü meyve, tahıl ve sebzelerin yerini zayıf, kimyasalların desteğine bağımlı melez bitkiler alacaktı. Bu problem o denli büyüyecekti ki insanların uğraşları, kurcalamaları ya da getirmeye çalışacakları yeni çözümlerin hiçbiri fayda etmeyecekti. Bilimin getirdiği kısa dönemlik çözümler hastalığın kendisini değil, yalnızca belirtilerini iyileştiriyordu. Tek gerçek çözüm, besin üretimine tamamen farklı bir açıdan yaklaşılması ve insanın doğayla olan ilişkisinde kurduğu üstünlük yanılgısının yıkılmasıydı. Fukuoka’nın ‘hiçbir şey yapma’ tarımının arkasındaki temel fikir buydu.
Fukuoka’nın dikkat çektiği bir diğer konu ise, bu bilimsel yaklaşımdan çıkar sağlayan pek çok kişinin oluşuydu: Ziraî kimyasal ve teçhizat imalatçıları, bunların bağlı olduğu bankalar, ticari tarım lehine konuşan politikacılar, Tarım Bakanlığı bürokratları, tarımbilimciler… Bunların her biri kamu kuruluşlarında devlet desteğiyle araştırma yürütebiliyordu. Kusursuz, estetik algısına göre şekillenmiş meyve ve sebzeleri mevsim dışında da yiyebilmek için ısrar eden, çiftçileri bunları sağlayabilmeleri için türlü kimyasallara ve teknik işlemlere iten tüketiciler ise asıl suçlulardı. İronik bir biçimde, tüketiciler daha yabanî bir dış görünüşü reddederek besinlerin şekline önem verirken, doğanın kendi bahçesinde yetişen meyvenin lezzetinden ve besin değerinden yoksun kalıyorlardı. Tüm bunları gören Fukuoka, modern insanın Tanrı ve doğa ile kurduğu bağlarının kopması ve samimiyetin yitirilmesi sonucu gitgide yaygınlaşan manevî bir çürümeye, bir çoraklaşmaya maruz kaldığına ikna olmuştu.
Ekin Sapı Devrimi, doğanın bütünlüğü ile olan ilişkilerini tekrar görebilmeleri için Fukuoka’nın insanlığa yaptığı bir çağrıydı. En idealist vizyonu, her insanın bir çiftçi olmasıydı. Japonya’da aile başına tarıma elverişli beş dönüm toprak düşüyordu ve doğal tarım yöntemi uygulanırsa her bir çiftçi yalnızca ailesini doyurmakla kalmayacak, dinleneceği ya da köyündeki sosyal faaliyetlerde geçirebileceği bolca zamana sahip olacaktı. Bu, Fukuoka’ya göre bir ülkeyi mutlu ve huzurlu kılmanın en doğrudan yoluydu.
Japon tarımında büyük bir etki yaratamasa da, Ekin Sapı Devrimi Fukuoka’nın doğal tarım gurusu kimliği ile popüler bir figür hâline gelmesini sağladı. Konuşmalar yapması için radyo ve televizyon kanalları tarafından eskisinden çok daha sık çağrılıyordu ve bu konuşmaları yaparken artık hiçbir tutukluk yaşamıyordu. Modern tarımın yozlaşması hakkındaki kışkırtıcı analizi ve bu yozlaşmaya sunduğu çözümler, kitap 1978 yılında İngilizce’ye çevrildiğinde dünya çapında bir kitleye ulaştı. Zaman içerisinde kitap daha pek çok dile çevrildi.
‘Doğal tarımın ışığını korumanın’ aciliyeti ile harekete geçen Fukuoka, hayatının daha da büyük bir kısmını savunuculuğa adadı. Daha fazla yazmaya, doğal tarımın yöntemlerini ve hiçlik (Mu) felsefesini birçok makale ve kitap aracılığıyla aktarmaya başladı. Yurt dışı seyahatlerine başladı.
1979’un Temmuz ve Ağustos aylarında, Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. Uçakla ilk kez Kaliforniya’nın üzerinden geçen Fukuoka; ağaçsız, sarı çimenlerle kaplı tepeleri gördüğünde şaşkınlığa uğramıştı. Kaliforniya’nın çoraklığı büyük ölçüde Japonya’daki gibi yağmur ve kar yağışlarına sahip olmayan bir iklimden kaynaklansa da, uçaktan gördükleri Fukuoka’nın ileride Amerika’nın ekolojik felâketi olarak adlandıracağı bu manzara ile ilk karşılaşmasıydı.
Ona göre Amerika, ‘ağır makineler, kimyasal gübreler ve böcek zehirlerinin insafsızca açtığı hasarlar’ içinde kıvranan uçsuz bucaksız bir kıtaydı. Amerika’nın en değerli toprakları; tek tip yetiştiriciliğin yapıldığı, bitkilerin petrol türevleriyle gübrelendiği ve toprağın gitgide verimsizleştiği ‘ölüm tarlaları’ hâline gelmişti. Bu tarlaların çoğunda, Fukuoka’nın fena hâlde lüks düşkünü ve müsrif bulduğu Amerikan diyetine et sağlamak için yetiştirilen sığır ve yaban domuzlarına yem olacak tahılların üretimi yapılıyordu. Onun gözünde tüm bu süreç, doğayı hiçe sayışı nedeniyle çağ dışıydı.
Ekolojik kaygıları olan Amerikalılarla gerçekleştirdiği buluşmalarda, Fukuoka anlatacaklarına kulak veren pek çok kişiyle tanıştı. Japon Budizminin Amerikan öğrencileri, iki yüz elli kadar Zen merkezinde kimyasalsız besin üretimine başlamışlardı bile. The Rodale Press (Ekin Sapı Devrimi’nin Amerikan basımcıları) kompost yapmanın ve organik tarım metotlarının mesajını yayarken, ki Fukuoka onları kompost kullanımını teşvik etmekten caydırmaya çalışmıştır, bazı Amerikalılar da Asyanın beslenme tarzına benzer biçimde daha az et tüketmeyi ya da vejetaryenliği denemeye başlamışlardı. Böyle umut verici hareketler Fukuoka’yı keyiflendirse de, bilimsel tarımın ABD’de kazandığı ivme baş edilemeyecek gibi gözüküyordu. Birkaç yıl sonra gerçekleştirdiği ikinci ziyaretinde, ‘Amerikanın doğaya dönük bir tarım yolu seçme ihtimalinin binde bir bile olmadığı’ sonucuna hüzünle vardı.
Çöllerin büyük bir kısmının insan eliyle oluştuğuna inanan Fukuoka’nın en büyük isteği büyük ölçekte bir tohumlamayla bu toprakları yeniden yeşertmekti. Zaman içerisinde, doğal tarımın bu toprakları yeniden zengin besin kaynakları hâline getirebileceğine inanıyordu. Bu fikri denemek için 1985 yılında, yüzlerce kilo tahıl ve sebze tohumu ile iki yüz meyve fidanını beraberinde götürerek Somali’ye gitti (tohumlar, fidanlar ve Fukuoka’nın bu yolculuğu bağışçılar tarafından karşılanmıştı). Oradayken kurak topraklara bir uçak ile havadan tohumlama yapma planını test etmeyi umuyordu. Bu plan gerçekleştirilemeyince, birkaç Japon gönüllünün hâlihazırda yardım etmekte olduğu Etiyopya’daki bir mülteci kampını ziyaret etti. Su kaynaklarının varlığına karşın, buradaki toprakların çok büyük bir kısmı çölleşmişti. Daha önceki projeler başarısızlığa uğramış olsa da, Fukuoka mültecilere getirdiği sebze tohumlarını ekip yetiştirmeyi öğretti. Kısa sürede ufak bahçeler filiz vermeye ve önce köyün etrafına, sonra tüm nehir kıyısına yayılmaya başladı.
Fukuoka’nın fikirleri Hindistan’a kendisinden önce ulaşmıştı bile. Buraya 1987-88’de gerçekleştirdiği üç aylık ziyareti boyunca, doğal tarım lideri olarak karşılandı. Ekin Sapı Devrimi’nin İngilizce çevirisi geniş ölçüde yayılmış ve okunmuştu, yerel dillere (Malayalam, Marathi, Bengali) yapılan çeviriler de basım aşamasındaydı.
Halkın yarısından fazlasının tarım ve balıkçılık ile geçimini sağladığı Hindistan’da, Fukuoka’nın düşük maliyetli doğal tarım yolunun avantajları fark edilmişti. Bazı gruplar bunu denemeye çoktan başlamışlardı. Vaktini turistik yerleri ve Budist anıtlarını gezmek yerine çiftçileri ziyaret ederek geçiren Fukuoka, oldukça derin bir izlenim yaratmıştı. Yedi devlet ziraat akademisinde ve otuz yerde daha, Gandhi’nin öğretisiyle bağdaştırdığı metodunu ve felsefesini açıkladı. Felsefenin değerini bilen ve henüz bilimi dogmalaştırmamış Hintlileri övdü, yine de Hindu dinine mensup kişilerin ineklere tapmalarını cesurca eleştirdi. Santiniketan’da Rabindranath Tagore tarafından kurulan Bhisva Bharati Üniversitesi’nde, Hindistan Başbakanı Rajiv Gandhi’den Desikottam Ödülü’nü aldı. Dilimizdeki karşılığıyla, “Evrende parlayan bir yıldızsınız…”
Çalışmaları ve fikirleri dünya çapında yayıldıkça, Iyo’ya gelen ziyaretçiler kaçınılmaz bir şekilde arttı. Bilim insanları, gazeteciler ve çiftçilerin yanı sıra, Fukuoka’nın çiftliğine çok sayıda genç de geliyordu. Yalnızca sırt çantalarıyla gelen bu gençlerin çoğu buraya yerleşti, bahçelerdeki rustik barakalarda kalıp Fukuoka’ya çiftliğin günlük işlerinde yardım etti.
Son yıllarda ise Fukuoka ziyaretçilerin kalmalarını istemedi ve Japonya’da olduğu süre zarfında çalışmak ve düşünmek adına daha münzevî bir hayat sürmeye başladı. Büyükbabasının Iyo’da yaptığı geleneksel evde eşiyle birlikte kalsa da, çalışmak ve yazmak için tepedeki kulübelerin daha sade olan ortamını yeğliyordu. Yetmiş beş yaşında hala kırk dönümlük meyve bahçesi ve dört dönümlük tahıl tarlası ile ilgileniyordu. Ticari anlamda da oldukça başarılı olmuştu. Fukuoka’nın bahçelerinde doğal olarak yetişen altı farklı portakal türü, sağlık kaygısı taşıyan tüketiciler tarafından sıklıkla talep ediliyordu. Her yıl Tokyo’ya her biri yaklaşık on beş kilo gelen altı bin kasa portakal kargoluyordu.
Fukuoka çiftçilik yöntemlerini yıllar geçtikçe saflaştırdı, insanların çabalarının boşuna olduğuna gençliğinden beri duyduğu inanç hiçbir zaman değişmedi. Gerçek mükemmeliyetçinin doğa olduğunu söylüyordu. İnsanların hayatta kalması için gerekenleri en iyi doğa sağlar. Ancak insan aklı, onun bilgeliğini saptırmıştır. Modern bilim, endüstri ve hükümetler, insanı doğadan gitgide uzaklaştırmaktadır. Fukuoka’ya göre günümüz Japonya’sı bilime öylesine batmıştır ki insanların bilimi tamamen dışarıda bırakan bir tarım metodunu sindirmesi imkânsız hâle gelmiştir. Bu yüzden Hindistan gibi tamamen endüstrileşmemiş ve büyük kırsal popülasyona sahip ülkeler, doğal tarım için daha büyük bir umut vaat etmektedir.
Dünyanın geri kalanını huzurlu, bereketli çiftliğinden seyreden bilge Fukuoka, çaresizlik ve umut arasında gidip geliyordu. “Dünyanın yok oluşu belki de geri dönülemeyecek bir raddeye gelmiştir,” diye düşünmeden edemiyordu. Henüz bu raddeye gelinmediyse dahi, doğal tarıma geçişin geniş kapsamlı bir Kopernik dönüşümü içerdiğinin, bunun da bir gecede gerçekleşemeyeceğinin farkındaydı.
–
Bu yazının hakları Larry Korn’a aittir. Kendisinden izin alınarak çevrilmiştir. Kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.
Çeviren: Cemre Kontacı
Kaynak: http://www.onestrawrevolution.net/One_Straw_Revolution/Massanobu_Fukuoka.html